İbrahim Tatlıses ÖRF 1 (Avusturya Devlet Televizyonu) televizyonuna konuk olduktan sonraki “İbo Show”da “geçenlerde Avusturya TRT’sine çıktım” demiş. İbo’nun çaresizliğini ve belki de pratikliğini bir kereliğine ödünç alıp “geçenlerde Avusturya TGV’sine bindim” diye yazayım.
İbo’nun gönderme yapacağı bir TRT’si var ama benim göndermede bulunacağım bir “Hızlı Tren”im yok. En fazla hızlandırılmışına rastlanıyor memlekette o da geçenlerde kaza yaptı; duruyor öylece. Peşreve çeviri “gülünçlükleriyle başlamışken bir iki örnek daha vereyim. Avrupa’da Türkçe konuşanlar fiyatlandırmaları kesinlikle “lira” üzerinden yaparlar. Ülkede hangi para biriminin kullanıldığının bir önemi yoktur; fiyat “lira”dır. İkincisi “İstiklal Marşı” Biri diğerine çok rahatlıkla “sen İsviçre’nin “İstiklal Marşı”nı biliyor musun” diye sorar.” Yanıtın bir manası yok. Üç; “Milli Eğitim Bakanlığı” Özellikle “milli”ni “kanton”a yenik düştüğü bir ülkede “Bern’deki Milli Eğitim Bakanlığı’nda…” ile başlayan bir cümle hayli düşündürücüdür. Aslında anlaşılır bir şey olsa gerek. İnsan, en yakınındakiyle başlıyor dünyaya “TRT” “İstiklal Marşı” “Lira” ve “Milli Eğitim.” Bir başka dilde ne kadar anlamlı durup durmadıkları ise hem bir “geçerlilik” hem de bir “özgünlük” olsa gerek. Karar okuyanın…
Bu yolculuğu kaç kez yaptım bilmiyorum. 1995 yılının kışından bu yana bir sarkaç topu gibi gidip geliyorum Zürich-Linz arasında. O zamanlar, yani 15 yıl evvel, Avusturya AB’ye adaydı, ben yoldaydım; AB’ye tam üye oldu, ben yoldaydım. Vize işlemleri zorlaştırıldı, ben yoldaydım. Vize kalktı ben yoldayım. Kısacası yolculuk baki. İlk bindiğim tren Maria Theresia treniydi; Kraliçe Hazretleri. İlk düşündüğüm “geçmişleriyle ne kadar barışıklar olmuştu.” Sonra Trans Alpin’e transfer olduk. Ve nihayet, benim için büyük bir sürpriz, Railjet. İşte Railjet Avusturyalıların TGV’si. Saatte 200 kilometreyi gördüm ekranda. Fotoğrafını çekme heyecanıyla kulaklığı cep telefonundan çekince, beş-on saniyeliğine 252 numaralı vagon sakinlerine türkü dinletmiş oldum. Hani o tür durumlarda tuşlar takılır, kanal değişmez, ekran kilitlenir, görüntü veya ses tabak gibi kalır ya ortada, işte öyle oldu; ama iyi toparladım. Hem fotoğrafı çektim hem de türküyü kıstım…
Bu değil aslında. Binmişsin trene, konforun yerinde; hava güzel, elinde gazete (kağıt haline ne kadar da yabancılaşmışım. Ve ne üzücü ki haklıyım hala almamak konusunda. Bir zamanlar bir Kürt kızından duymuştum “bunlar için kesilen ağaca yazık” diye. Ve daha da yazık olanı bu “yazıklar listesi”ne Avrupa’da yayın yapan Yeniden Özgür Politika’nın da dahil olması olsa gerek) Durmuyorum yerimde. Acaba hangi ülke malı? Alttan alta biliyorum aslında. Çok geçmeden öğreniyorum. Vagon girişlerinde kontrol panoları mevcut ve anlamadığım bir sürü gösterge ve rakamın altında imza: Siemens. Buldum işte! Ama soru şu: Belamı mı? kaynağı mı? Bir yazarın belası kaynağı, kaynağı belasıdır nokta
Von Siemens, Der Führer’in özel elçisi olarak Ankara’ya vardığında II. Cihan Harbi’ne çok az vardı. Türkçe’deki “zade” neyse Almanca’daki “von” da öyle. İsmin başına geldiğinde “zade” yapar kişiyi; asalet belirteci yani. Von Siemens, Siemenszade yani, vardığında Ankara’ya muhtemelen “Grüss Gott” demiştir, manası, motamot, “Selamünaleyküm” ve Ankara yine kuvvetle muhtemel “Aleykümselam” demiştir. Gerisini biliyoruz. Ankara cami kilise arası binamaz; yalnız Der Führer “İslam’ın kadim dostu” oldu. Daha evveli de var; malumumuz. Kayzer Efendi çeşme olup aktığında İstanbul’da “İslam’ın korucusu” idi. Manidardır… “Ben yaptım çeşmeyi / siz suyuna bakın” E şimdi itiraf edelim, suyun akıp bizlerin baktığı nerden gelmedir sanıyoruz? Dış mihrak yani.
Der Führer, von Siemens’e telefon sipariş ettiğinde dünya ateşten bir uçurumun hemencecik yanı başındaydı. Der Führer’in sipariş listesi bu kadar değil elbet. Demir döküm; Thyssen-Krupp, sonra birleştiler. Otomobil: Volkswagen (Halk arabası), bugünlerde Türk televizyonlarında reklamı dönüyor ve “Das Auto” diye değil “Dasss Auto” diye okunması isteniyor: Manası şudur: Bizden kellisi yalan. Bilemem. Arabaları tanımadığım için yorum yapamayacağım. Yalnız aynı listede Mercedes ve BMW’nin (Yeğenim söyledi, “Dayı” dedi “Dikkat ettin mi, BMW’nin önden görünüşü Hitler bıyığına benzer” Yorum yok!) Der Führer’e daha fazla mesai sunduklarını biliyorum. Der Führer resmi geçitlerini genellikle bir Mercedes ile yapar(dı).
Ne mi oldu? Hepimizin malumu… Kızıl Ordu Berlin’e vardığında Der Führer, bunkerda (sığınak) bir mucize bekliyordu. O mucize Kızılların ellerinde “cellat” olunca, Eva’ya zehir kendisine 25 gram demir. Sonrası üç nokta. O bilemedi. Biz bildik ama. Demir, çelik, silah, teker, tayyare, bomba, tüfek, mitralyöz, mayın vs. Kendi payına düşen sadece 25 gram. Üzülse mi sevinse mi insan? Horoz düştü, alaman disiplini, sekmez: Bum. Auf(nicht)wiedersehen Der Führer. Gidişin oldu, dönüşün olmasın. Ama yıllar sonra öğrendik ki ölen Der Führer’in canıymış? Ruhu dolaşırmış aramızda? Benden okumuş olmayın, komünistler böyle söylüyorlar.
Der Führer öldü (“tot” yani). Siemens büyüdü: Lokomotif, chip, yarı iletken, “sıfır-bir” Software, Hardware, Kablolu, Kablosuz, Mutfak, Dikiş Nakış, Ekran, vs. Volkswagen’da öyle, Knupp, BMW ve Mercedes de. Büyüdüler, Der Führer’in tahayyül ettiği üzere. Ve şimdi ben, Zürich-Linz hattında Der Führer’in konforuna kurulmuşum; o mu? Birkaç kilometre kala eceline “25 gram” demir: Güle güle
Linz şehri, Mozart’ın Salzburg’uyla Malkoç’un Viyana’sı arasında bir şehir. Linz, ta evvelinde Kepler’e kucak açmış bir şehir (1612-1627). Kepler’in evine varıp bir Weizenbier (Buğday Birası) içmek vardı ya; olmadı. Başka bir sefere. Der Führer’in gözde şehriymiş. Orayı Avrupa’nın kültür ve sanayi Başkenti yapmak istermiş; yapamamış. Zamanın en büyük, en görkemli binası şimdilerde en ucuzundan bir banka binasının yanında bile cüce kalmış. Yalnızzz, o sanayi var ya, olduğu gibi duruyor ayakta. VÖEST (şimdiki adı Voestalpine) Tuna’nın kıyısında, koca bir alana yayılmış ve bacasından gümüş rengi duman tüttürüyor arşa.
Benden okumuş olmayın… Der Führer öldü ya Berlin’de, kim bilir neresinde dünyanın nefes alıyordur hala. Uyanık olma zaruriyeti biraz da bu yüzden. Değil mi ama, her seferinde Kızıllar çıkıp gelecek değiller ya!
Hasan Sever
Zürih, 30 Ağustos 2010