Savaşların, bilimi geliştirdiği ve teknolojiyi ilerlettiği tezini, ilkin, lise yıllarımda duymuştum. Tezi dile getiren, “lise aşkı”yla iltimaslı olduğundan, sanırım, pek kayda değer bir yanıt verememiştim. Şimdi, zaman aşımından faydalanıp bir iki cümle kurabilirim sanıyorum. Aşkın zaman aşımı olur mu bilmiyorum fakat “aşk başka iş başka” deyip, zaman zaman, genel geçerin kıyısında kağıttan gemiler yüzdürdüğümü belirtmiş olayım.
Kimin kanıyla?
Hani diyor ya Brecht “Savaş istiyoruz! / en önce vuruldu / bunu yazan.” Çok naif! Brecht’in affına sığınarak değiştiriyorum “Savaş istiyoruz! / hiç vurulmadı / hatta cepheye bile gitmedi / bunu yazan” Öyle değil mi? Artık, savaşı isteyenler savaşın yıkıcılığıyla hiç yüz yüze kalmıyorlar. Tıpkı dünyayı kirletmekte zerre “günahı” olmayan bir Eskimo’nun “yaşamadığı konfor”un bedelini ödemesi gibi; istemediği savaşın bedellerini ödüyor insanlar.
Kim için?
İnsan kanıyla gelişecek bir bilim, bilim midir? Gerekli midir? Ve yine, o kan kimin kanıdır?
İkinici Cihan Harbi (Bu isimlendirme daha çok hoşuma gidiyor) Alman televizyon kanallarının en gözde konularından biridir. Ve hatta, belgesel alanında, en başta gelenidir. Hitler’in seyretmediğim belgeseli kalmadı dersem yanlış olmaz. Hem de şu tür başlıklar altında: “Hitler’in Elbiseleri” Hitler’in Aşkı” Hitler’in Köpekleri” Hitler’in Hediyeleri” “Hitler’in Mektupları” “Hitler’in Yemekleri” kısacası detayın detayı şeylere kadar inilmiş durumda.
Çok zekice. Günde yirmi dört saat Hitler belgeseli izleyen hiç kimsenin aklına “Yahu bu adamın arkasında kimler vardı?” sorusu gelmiyor. Ya da iş, o sorudan azat edilmiş. Ama bu nasıl becerilmiş bilemiyorum. Bu görüntülerin, özellikle savaşa ait olanların hepsi siyah beyaz. Geçenlerde “Amarikan” askerlerinin çektiği ve savaşa ait yegane renkli çekimler olduğu söylenen görüntüleri izleyince, fark ettim ki ben de, yavaş yavaş o “sormayan” gruba dahil olmaya başlamışım. Renkli görüntüler, sanırım, algı alışkanlığıma daha yakın durduklarından çok daha etkileyici oldular. Meğer, farkında olmadan, siyah beyaz görüntüleri, ruhtan arınmış bir cansızlıkla seyrediyormuşum. Bir de bu görüntülerin gerçekliği düşünülünce ve şu anda, gözün alabildiğince uzanan (Weit und breit) ve derin bir huşu içinde, insanı hareket ettiğinden utandıran bu yerlerde, dağın ardındaki o savaşın barut kokularının yayıldığı tasavvur edildiğinde, insanın kanı donuyor.
[ Her sınır geçişimde kendimi kaçak gibi hissediyorum. Cebimdeki pasaportun rengi ne olursa olsun; ister İsviçre’den Almanya’ya ister Almanya’dan Avusturya’ya ister İsviçre’den İtalya’ya geçiyor olayım, tedirginlik hep başucumda. Şu cihan harbinin sendromunu Avrupalı atlattı da ben atlatamadım. Halbuki, haşa, hiçbir dahlim olmadı. Sınır varsa diyor insan, kaçak da vardır. Ve kaçak varsa o ben olmalıyım. Bakıyorum da kopartmana, bir ben Nasreddin Hoca gibi duruyorum; ya da bana öyle geliyor… ]
Gördüğüm, içinde yürüdüğüm ve savaşa dair hiçbir ize rastlamadığım çoğu şehrin, özellikle de Nürnberg’in yüzde doksan oranında yerle bir edildiğini öğrenince gerçekten büyük şaşkınlık yaşadım. Bu nasıl bir çılgınlık halidir? Şimdi, sokağına izmarit atılsa, o izmaritin evin içine atılmış gibi sırıttığı bu şehirlerin, bir zamanlar yerle yeksan olduğunu düşünmek başka bir boyuta götürüyor insanı. Ama çok fazla uzaklaşmadan, “O da bu boyuta aitti ve insan yapısıydı” deyip kendimi sınırlıyorum.
Avusturya TGV’si, Railjet, Zürih gölünü, kucak dolusu bir masal tilkisi kuyruğu gibi solda bırakıp, Vorarlberg’e rota çizerken, yol kenarına serpilmiş irili ufaklı firmalar bana bunları düşündürdü…
İrili ufaklı dediğime bakmayın, en kıyıda kalmış firmanın bile kapısında “seit 18..” tabelasını görürsünüz; tevellütleri çok çeker. Ve şöyle düşünüyorum; daha doğrusu hayal ediyorum. Raylardan tutup kaldırsak, bu firmalar, patates bitkisinin köküne yapışmış patatesler gibi sarkacaklar. Ve hatta ortalama bir İsviçre firmasını, binasından tutup kaldırsak, Ankara Karum’da, Rio de Janeiro’da, Kahire’de ve hatta Alma Ata’da bir şube gelecek elimize. Ne büyük bir kök değil mi? Oysa biz proletaryanın birliğini istemiştik. Das Kapital’i en çok kapitalistlerin okuduğu bilgisinin yanına “Manifestoyu” da mı eklesek ne!
Babı, Der Führer’le bitirmek istiyorum. Her detayının malzeme olduğu gerçeği ortadayken, “Hitler’in Firmaları” başlıklı bir belgeselin yapılmamış olması acaba bir tesadüf müdür? Yoksa bu konuda yeterince malzeme mi bulunmamaktadır. İnanmam… İşi bilmezliğe vurup, bir çeşit saf-salaklıkla devam edeyim. Böyle bir belgesel çekilse hem birkaç yayın dönemine malzeme tedarik edilmiş olunur hem de şu an “hala” faal olan bir sürü firma “cast” edileceğinden, bedava reklam yapılmış olunur. Yapılmadığına göre, o meşhur deyim bir tevatür müdür? Yoksa reklamın iyisi kötüsü -hala- var mıdır?
Hasan Sever
Zürih, 16 Eylül 2010
Foto: Von Liberaler Humanist – Eigenes Werk, CC BY-SA 4.0, https://commons.wikimedia.org/w/index.php?curid=54076372