Bugünlerde, Türkiye’deki futbol piyasasında beynimi dumura uğratan bir mevzu dönüp duruyor. Eğer yanlış anlamamışsam şimdiki futbol federasyonu başkanı “Futbolda demokrasi yoktur” benzeri bir laf etmiş. Lafın kendisine bir lafım yok zira ben demokrasiden hiç anlamam. Hani atraksiyon olsun diye yazmıyorum, gerçekten, demokrasi denen şeyin tanımını bir türlü kafamda oturtamadım. Chomsky’nin “Eşitlik olmadan demokrasi olmaz” sözünü her gördüğümde, “iyi, demek ki henüz demokrasiye kafa yormama gerek yok” diyorum zira etrafta eşitlik meşitlik göremiyorum.
Şu “endüstriyel futbol” hakkında bir iki düşünelim derim. Düşünelim düşünmesine de, iş endüstri olmuşsa neresinden başlamamız gerekecek? Mesela, bilanço yorumları mı yapalım? Yoksa yatırım risklerini mi yazmak gerekecek? Yine de şu demokrasi komedisine değinmeyi daha “eğlenceli” bulurdum. Bulurdum bulmasına da evvela demokrasiyi çalışmam gerekecek.
Demokrasi hakkında suskun kalsam da “endüstri” hakkında, az buçuk iktisat okumuş biri olarak, bir kaç cümle kurabilirim. Yalnız “centilmenlik” icabı baştan yazmış olayım: Ben, iktisat hakkında iktisatçılar tarafından yazılmış yazılara “pek” itibar etmem. “Ekonomi, ekonomistlere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” lafı kime ait bilmiyorum ama çok doğru olduğundan kişisel bir şüphem yok.
Beşiktaş ara transferde adını bilemediğim, iyi olduğu söylenen bir kaç futbolcu daha almış. “On7’de 10yedi yapacağız” şiarıyla başladıkları ikinci yarıda henüz galibiyet alamadılar. Belki de 17 tane mağlubiyet demek istediler de bizler kendimiz darı ambarında gördük. Ha ha ha…
Çok büyük paralar harcanıyor. (Ben size dedim, iktisatçılara güvenmeyin diye. Cümlenin derinliğine bakar mısınız “çok büyük paralar harcanıyor.”) Hakikaten çok büyük paralar harcanıyor. Para o kadar büyük ki, bir futbol şampiyonasına (FIFA ya da UEFA bazında) ev sahipliği yapmak hem siyaseten hem de ekonomik olarak, organizatör ülkelerin geleceğini değiştirebiliyor. Bir (uzun) alıntı yapıp, yerlerde sürünen iktisatçılığımı kurtarayım:
“1930’da Uruguay’da başlayan Dünya Futbol Şampiyonası macerası aradan geçen 75 yılda muazzam bir büyümeyle sadece futbol olarak kalmayıp, aynı zamanda endüstrileşerek dünyanın en büyük “spor” organizasyonlarından bir oldu. Sadece ikinci paylaşım savaşı sırasında sekteye uğrayan bu turnuva, ev sahibi ülkenin Gayri Safi Milli Hasılasında (GSMH) ciddi bir hareketlenmeye sebebiyet verecek bir makro ekonomik girdi haline gelmiş bulunuyor. Almanya’nın evsahipliğini yapacağı 2006 Dünya Futbol Şampiyonası’nın Alman ekonomisine (GSMH) 2010 yılına kadar 8 Milyar €’luk bir girdi sağlayacağı tahmin ediliyor. Sadece Organizasyon komitesinin 430 Milyon €’luk bir bütçeye sahip olduğu göz önüne alınırsa turnuvanın ne kadar büyük bir pazar haline geldiği sanırım kolayca anlaşılabilir. İşte bu nedenledir ki Simon Kuper’in dediği gibi “Futbol asla sadece futbol değildir”.
2002 yılında, Japonya ve Güney Kore’nin ortak evsahipliğinde gerçekleştirilen Dünya Kupası, televizyon yayınları sayesinde toplamda 28.8 Milyar kişilik bir seyirci kitlesine ulaştırılmıştır. Bu muazzam kitleye ulaşabilmek demek, dünyayı avuçları arasına almak demektir ki olan da budur zaten. Sadece şampiyonanın final maçı 1.5 Milyar insan tarafından canlı olarak televizyonlardan seyredilmiştir. Rakamların büyüklüğü ortadaki pastanın ne kadar mühim olduğuna işaret ediyor dolayısıyla futbolun üzerinde koparılan fırtınalar en son sporla alakalı olabiliyor. 199 ülkenin (bu rakam 2006 finalleri için 195’tir) finallere katılabilmek için ter akıttığı turnuvada esas hedef futbol olmaktan ziyade reklam yapabilmek/kapabilmek, ürün satabilmek ve FİFA’nın para kokan lobilerinde yer edinebilmektir. Aslında verilen mücadele pazardan pay kapma mücadelesidir. Gerisi hikaye…
Fifa’nın verilerine göre dünya çapında 240 Milyon futbolcu, 1.5 Milyon Takım ve 300 bin kulüp bulunuyor. Ve yine 3 Milyona yakın çalışan resmi olarak futbol sektöründe istihdam ediliyor. Yine FIFA’nın verilerine göre, 2002 yılındaki turnuvada satılan bilet sayısı 2.4 Milyon civarında. Bu rakam 2006 için 3.2 Milyon olarak hesaplanmış bulunuyor yani dört yılda bilet sayısında % 33’lük bir artış sağlanmış bulunuluyor. Bilet sayısındaki artış doğaldır ki ev sahibi ülkenin futbol alt yapısıyla da doğrudan ilintilidir. Her ne kadar Almanya’nın stadyumları bir dünya kupasını kaldırabilecek kapasiteye sahip olsa da büyüyen pazarı karşılayabilmek için stadyumlara 1.5 Milyar €’luk masraf yapılmak zorunda kalınmıştır. 434 500 kişilik izlenme hacminden (1930 Uruguay), 28.8 Milyar kişilik izlenme hacmine ulaşan bir sektör doğaldır ki bünyesinde vahşi kapitalizmin bütün karakteristiğini taşıyacaktır. Taşıyor da…” (Hasan Sever, Yeşil Sahalardan Yeşil Dolara, Öteki İsviçre Dergisi, Sayı 10, Aralık 2005)
Futbol, çoktandır karşılıklı ikişer taştan dört taş arası kalelerde oynanmıyor. Borsada dönen bir hisse senedinde ne kadar ruh kalmışsa futbolda da o kadar ruh kalmış bulunuyor. Kendimiz kandırmaya gerek yok. Her şeye rağmen maç kazanan takımımızı seviyoruz. Ve yine, her şeye rağmen maç kaybeden takımımıza, kızıyoruz. İşin içinden hala gül cımbızlıyoruz; yok efendim skora göre yazar, skora göre taraftar olmamak lazım diye. Doğrusu bu değil. Skor yoksa futbolda yok. Artık buna göre kendimizi ayarlamamız gerekiyor. İster ekran başında ister tribünde olalım, bulunduğumuz yer, defteri kebirin herhangi bir saifesi; yani güzel insanlar, kabarık hesaplar arasında kaybolmuş bilanço rakamlarıyız. Gelin ruhlarımızı bu azaptan kurtaralım. Gelin ahlakımızı, ekonominin herhangi bir sektörüne endekslemeyelim. Mesele, dünya Demir-Çelik üretiminden payımıza ne düşüyorsa futboldan da o kadar pay alabildiğimizi bilince çıkaralım. Silah sanayi, finans sektörü, teknolojik tarım, silikon vadisi, enerji piyasası ne kadar bizimse futbol da o kadar bizim.
Yaşanmış bir hikayeyle babı kapatayım:
Tavla düşkünü bir amcamız, kulakları çınlasın, ziyaretine gelen bir ağabeyimizin, onun da kulakları çınlasın, önüne tavlayı koyar. Ağabeyin oynamaya gönlü hiç yoktur lakin el mahkum amcamıza eşlik eder. Pullar düzülür ve ilk el için zar atılır. Büyük zarı atan ağabey oyunu açar: şeş u yek! Tavla yasasında, ilk elde, şeş u yek ne demektir? İşte ağabeyimiz onu yapmaz, doğrudan içeriye girer. Bunu gören amcamız tutar tavlanın iki kanadını küt diye kapatıverir ve,
“Kalk!” der “senin oynamaya niyetin yok!”
Derim ki, geçmiş günlerin; Maradona’nın, Sergen’in ve şimdiki o küçük çocuk Messi’nin hatırı olmasa, tutup sahaları tribünlerinden kapatmak lazım.
Kimsenin oyun oynamak gibi bir niyeti yok, herkes bir an önce içeri girmenin, gol olmanın, borsada tavan yapmanın peşinde.
Veya
Kimsenin oyun oynamak gibi bir şansı yok, herkes bir an önce içeri girmek, gol olmak, borsada tavan yapmak zorunda.
Hasan Sever
Zürih, 14 Şubat 2011