“Biz bu şehri nasıl bu hale getirmişiz, nasıl zarar vermişiz?”
Bu sözler, 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’u fetheden Genç Mehmet’e ait. Fatih’in üzüntüsü bu kadarla da sınırlı değil; tarihçiler, yakılan, yıkılan, yağmalanan ve sokaksız kalan şehrin cesetlerle dolduğunu gören padişahın gözyaşı döktüğünü de not ederler.
Aradan çok zaman geçti. Fatih’in alıp, “Tepe, tepe kullanın” dediği yedi tepeli şehir, neredeyse hep bir yağmayla yüz yüze kaldı. Fatih’i yanlış mı anladılar yoksa hiç mi anlamadılar bilinmez ama, İstanbul’u anlamadıkları kesin. Üstelik o kadar anlamdılar ki, ne vakit halka hizmet aşkıyla tutuşsalar, yangınlarını boğaz sırtlarında söndürdüler. O kadar çok yangın, o kadar çok enkaz yarattılar ki, Fatih, şehrini bir de şimdi görecek olsa, muhtemeldir, yine atını sulara sürecek; fakat bu sefer geri dönmeyecektir:
“Siz bu memleketi nasıl bu hale getirdiniz, nasıl zarar verdiniz?”
*
Ortaokul ve liseyi parasız yatılı okuduğum, Ankara Atatürk Lisesi’nde bir de paralı yatılılar vardı. Bu isimlendirmeler hangi akla hizmet (kör göze parmak) yapılmış bilmiyorum ama, parasızlar gerçekten parasız, paralılar da hakikaten paralıydılar; en azından biz parasızlara oranla. Paralı yatılı öğrencilerin nüfusunu oluşturan esaslı bir kütle yurt dışında çalışan işçi ailelerin çocuklarıydılar. Ebeveynler, çocuklarını, “ecnebi” tedrisattan mı kaçırmışlardı yoksa memlekette daha parlak bir gelecek mi görmüşlerdi bilemiyorum ama, çoğu geldiği Avrupa’nın havasını üstünde taşır, saflıkları ve hesapsız para harcamalarıyla biz “yerliler”i şaşkına çevirirlerdi.
Ersan da onlardan biriydi. Her daim arkaya taralı saçları, ayna karşısında geçirdiği saatleri ve topu ayağına aldığında sadece rakip oyuncuları değil, kendi takım arkadaşlarını da perişan eden topla oynama sevdalısı bir “Fransız”dı. Bir gün benden yardım istedi. Dönemin sonu yaklaşmış, her şey son sınavlara kalmıştı. Bu sefer de matematikten hatırı sayılı not alamazsa, el mahkum, Fransa’ya zayıf bir matematik götürecekti. “Tamam” dedim. Karşılığında bana köfte ekmek ısmarlayacaktı. Verilen sözler tutuldu. Hafta sonu eve çıktım. Abdinpaşa’da gecekonduda oturuyorduk. Başarımı annemle de paylaştım. Divanda yan yana oturmuş sohbet ediyorduk. Annem Şerfe Xanim birden ciddileşip,
“Hasan’ko” dedi, “sen rüşvet mi aldın?”
O yaşta böyle tarif edemesem de, gülümsemem yüzümde kırılmıştı. Annemin duvarına çarpan “başarı hikayem” tuzla buz olmuş, ayaklarımızın dibinde uzanan yolluğun üzerinde paramparça duruyordu.
*
Fatih’in “torunları” (değil Fatih’e torun, atına tırnak olamazlar) mekan İstanbul’da, arsa alıp verir, para sayma makinelerine ihtiyaç duyacak kadar çok paralar üleşir, külçe külçe altınları memleket aşkıyla eritir haberleri ortalığa saçılınca, her rüşvet vakasında aklıma gelen, belki de aklımdan hiç çıkmayan bu anımı hatırladım. Ve kendimi, yine, o kadim merakla baş başa buldum:
Sahi ya, anneniz size rüşvetin kötü bi’şey olduğunu söylemedi mi?
Hasan Sever
Zürih, 26 Ocak 2014
Son Güncelleme: Zürih, 29 Şubat 2024

Soldan sağa: Ağabeyim Aziz Sever, yeğenim Doğu Sever ve ben.
Fotoğrafın Hikayesi:
Aziz ağabeyim benim gibi parasız yatılı ve üst devremdi. AAL’nin gördüğü en zeki matematik öğrencilerindendi. ODTÜ elektrik elektroniği kazanıp, şeref öğrencisi olarak mezun oldu. Şimdi üst düzey yönetici mühendislik yapıyor. Cep telefonlarınızın sinyallerinde emeği var.
Doğu, üstadımız, yıllar sonra AAL’nin yatılı bölümü kapatılıp okul anadolu lisesine çevrilince, bizim yatakhaneleri sınıf olarak gördü. Peşinden Mülkiye’de iktisat okudu. Hesap uzmanlığının Cemal Süreya mesleği olduğu zamanlarda hesap uzmanlığı yaptı. Ülkenin kurumlarının tarumar edilme arifesinde “Çekildi izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten*”
Yolunuz buraya düştüğüne göre beni az buçuk biliyorsunuzdur.
Hikayenin özü şu: Şerfe Xanim‘ın öğüdü hep kulağımızdaydı…
*Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi.
“Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetden
Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten …”