“Esnafın züğürdü, eski defterleri karıştırırmış” Türkiye’de dizi sektörü çoktandır bu işi yapıyor. Üstelik bu defterler hem eski hem de “eski” yazıyla yazılmış…
Günlük siyaseti takip etmenin bedelini ödüyorum. Beynim, bir konuda, oturup bir yetmişliği son damlasına kadar bitiremiyor. Bardan bara, restorandan restorana koşup duruyorum. Ee malum her barın bir havası var. Yılbaşı arifesinde gittiğim tatilde fark ettim; asude bir hayat, ancak ve ancak, internet ve televizyon olmadan mümkündür. Ama neylersin (bizim olmayan) hayatlarımızı kazanmak için hayata karışmak zorundayız.
Kaç zamandır fiili olarak televizyon seyretmiyorum. Bu yüzden, Reşat Nuri’nin kemikleri sızlamaya devam ediyor mu bilmiyorum. Hakikaten o ne öyle ya! Kaç senedir her televizyon açışımda karşıma Halil Ergün ve Güven Hokna. Kaldı ki Halil Ergün oyunculuğunu hiç sevmem. Güven Hokna Hanımefendiyi, ne güzel, İkinci Bahar denen o güzelim diziden bilir, dizi tarihimde müstesna bir yere yerleştirmiştim; orası talan oldu. Hayır neye yanıyorum, bir kuşak (ben de dahil) Reşat Nuri’yi sırf yazılılarda sorulsun diye yazmış bilirken “yeni kuşak” cep telefonlu, otomobilli, internetli bilecek. Zaten kafası karışık kuşaklar yetişip duruyor, bu karışıklığa bir de dizi bulamacı eklendi ki artık biz o zihinleri mümkün değil paklayamayız.
Hiç bu meselelere dokunmayacaktım. Geçerken yüzümü çevirmiş, aylak aylak ıslık çalıyordum. Ama mesele buldu beni. Bir el omuzuma dokundu, direndim dönmedim geriye, ama aynı elin ağzı kulağıma “Muhteşem Yüzyıl’ın senaryosunu Meral Okay yazıyormuş” deyince, durdum. İşte bu olmadı. Meral Hanım’ın “Asmalı Konak” eziyetine, hem de yıllarca, bağrıma taş basarak katlanmış, gıkımı çıkarmamıştım… Hem de nelere rağmen. Altı kapitalizm üstü feodalizm dizinin, finali için taa elin memleketine New York’a gidilmiş ve “Ağa”mız orada sokaklara düşmüştü. Laf etmedim. ( Yüce Gök, görüyorsun, nelere rağmen beynimizi ayakta tutmaya çalışıyoruz; lütfen takdirini esirgeme). Hani, “gittiğiniz memleket batsın” diyemiyorsam içinde sevdiğimiz biri olduğundan, yoksa toptan batsın. Hatırlıyorum, diziden birileri de “bizi götürmediler” diye ağlıyordu. Aklınıza yanayım. İstanbul’dan-New York’a bilmem kaç saatlik uçak yolculuğu, üstelik non-stop. Hani, Yüce Gök şahidimdir, değil bir “kıytırık” filmde rol almak için, bana üniversal stüdyolarını da verseniz ve üstelik Spielberg de karın tokluğuna çalışacak deseniz o yola katlanmam; ağlamak da ne! Hey gidi koca Menderes Samancılar, dizide kahyaydı. Varıp New York’ta “Ağam bu ne hal” dedi ya; gülmekten kırıldım. Ağa bu ne hal ha! Hakkını yemeyeyim o şehir ağalarımıza alışıktır. En büyük ağamız, Adanalı Sakıp Ağa da oralarda çok gezmiştir. Sakıp Ağa en çok neyiyle öğünürdü; bir, “ben bir gün amarikadayken” iki, randevu defterleriyle. Hiçbirimiz derdini anlayamadık, halbu ki o, “bakın yazabiliyorum” demeye çalışmış. Yazıklar olsun, yeni anladım. Ağam bizi bağışla…
Cümlenin ucu kaçtı; yaşlanıyorum mu ne!
Ne diyordum? Muhteşem Yüzyıl…
Ha unutmadan, bir ara “Elvede Sevgili”miz vardı, gerçi orada Meral Hanım yoktu. Oturup hep birlikte kendimize ağladık. Deniz’i gördük; arkadaşlarını, devrimci ağabeylerimizi; hüzünlüydü. Sonra ne olduysa Deniz, Hüseyin, Yusuf dar ağacına gönderildiler. Meseleyi bilemeyenler anlamakta, bilenlerse anlatmakta zorluk çektiler. “Anne-baba, Deniz Amca ne yapmış ki?” diye soran çocuklara muhtemelen “Yaramazlık yapmışlar, öğretmeninin sözünü dinlememişler” demek zorunda kalan ebeveyn sayısı az değildir. Az değildir zira Denizler ipe yürürken sansüre uğramışlardı. Anlıyorum, suçun birazı da Denziler’de, “Denizim, bu memleketin bir sürü hassasiyeti var, ne diye ileri geri slogan atıyorsunuz ki. Siz devrimci çocuklarsınız, ileriyi görme kabiliyetiniz gelişkin” demeye çalışıyorum ama sanırım Denizler de “dizi” işini göremediler.
Meral Hanım’ın senaryosunu yazdığı Süleyman’a gelirsek.
Fukaranın kursağına bir lokma ekmek koyacaklarına, egosuna “kudret” pompalıyorlar. Hadi itiraf edeyim, dizinin bir sahnesini gördüm. Bir “uzak” memleket kralı, Süleyman’a küp içinde hediye göndermişti. Bir bilene denk gelsem soracağım, “Osmanlı’da hediyeler, padişah huzuruna getirilmeden kontrol edilmiyorlar mıymış”; zira küpün içinde “Behram Çavuş”un kellesi çıkıyordu ve bunu Süleyman dahil herkes ilk kez görüyordu… Uzak memleket kralı mı? O zevk-ü sefa içinde gavurluk yapıyor, Nuri Alço misali, kucağına aldığı hatuna üzüm yediriyordu. Hey gidi koca Osmanlı hey! Bir Malkoç’a bir de dizilere kaldın; yan kaderine. Yan ki hem de ne yan. Sonra duyduk ki Süleyman sefer eylemiş küffar eline. Taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmamış. Mohaç’ta o gün çocuklar gibi şenmişler…
Tarih öğretmenimin kulakları çınlasın “Tarih, mevzu bahis olduğunda kahvede beni konuşturmuyorlar. Herkes, “Baltacı’nın sapı; Katerina’nın ipi” deyip duruyor; salaklar tarihi çadır muhabbeti sanıyorlar” derdi. Yüce Gök ve sınıf arkadaşlarım şahittir ki bu sözler ve özellikle “salaklar” deyişi öğretmenimize ait.
Hepimizin malumudur sonradan Kanuni, Süleyman, Fransız kralına, yine tarih öğretmenimin deyişiyle, “sarımsaklı yoğurtlu” bir mektup döşenir. Yaz kızım: “Allah-ü Teala’nın lütuf ve yardımıyla, peygamberimiz Hz. Muhammet Mustafa (S.A.V.)’nın mucizesi, dört halifenin ve Allah’ın sevgili kulları olan velilerin mukaddes ruhlarının yardımıyla; ben ki; Sultanların Sultanı, hakikatlerin buhranı ve yeryüzünün taç dağıtan sahibi, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Rum’un, Zülkadriye’nin, Diyarbakır vilayetlerinin, Kürdistan’ın, Azerbaycan’ın, İran’ın, Şam’ın, Halep’in, Mısır’ın, Mekke ile Medine’nin, Kudüs’ün, bütün Arabistan’ın, Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, büyük ecdadımın, (Allah onların buhranlarını nurlandırsın) kaahir kuvvetleri ile feth eyledikleri ve Cenab-ı Hakk’ın bana nasip eylemiş olduğu, ateş saçan kılıcımızla zafer kazanarak feth eylediğimiz nice diyarın Sultanı ve Padişahı, Sultan Beyazıt Han oğlu, Sultan Selim Han oğlu, Sultan Süleyman Han’ım. Sen ki; Françe memleketinin beyi, Françesko’sun.”
Bakar mısın? Bir de Yıllarca Yaşar Kemal’i eleştirdik. Yok, birinci sayfada yağmur başlar kırkıncı sayfada yere düşer, yok bir ağaç dalı, su girdabında kırk gün kırk gece semah döner vs. Kaldı ki biz sola da bu konuda çok laf edildi, yok efendim bugüne dair cümle kurmadan, gider ta ilkel komünal toplumdan su getirirmişiz (lazım ki getiriyoruz) vs. Bak koca Süleyman’a, lafa girmek için dünyanın siyasi haritasını çıkarmış, biz yapmışız, Yaşar Kemal üstadımız yapmış çok mu? Elbette değil, bizler, tarihin sürekliliğine vakıf insanlarız; dün sende bugün bende. Burada hata, burada kusur ve mektupta küsur Süleyman’a ait. Padişahım, ne diye o kadar yer sayarsın(ız)! Bunun yarını var, öbür günü var, öbür öbür günü var; kitabı yok, sineması yok ama dizisi var… Dizi olunca da sansür var.
Sevgili Meral Hanım (ve gecikmeli olarak “Elveda Sevgili” yazanları)
Mimaride bir taş vardır; kemer biçimli yapılarda iki ucun birleştiği orta noktaya konan bir taş; yanılmıyorsam orta taşı deniyor. İşte, koca yapı, o taş olmadan yıkılıp gidiyor. Bu tür taşlar siyasette de mevcuttur ve değişkendir. Benim ülkemde bu taş, bu günlerde Kürt, Kürdistan olarak mesai görüyor. Yanlış anlaşılmasın, ne Süleyman ne de Denizler sadece bu davaya sığmayacak kadar büyük tarihlerdir. Eğer siz Süleyman’dan ve Denizler’den Kurdistan’ı çıkarırsanız, tarihten bir parça çıkarmış olursunuz. Ve bu, fizik biliminden yerçekimini çıkarmak gibi bir “cahilliktir” çünkü tarih bir bilimdir. Bilmiyorsanız bilin, gücünüz yetmiyorsa (biz yazdık ama yayınlanmadı diyorsanız) yeltenmeyin; ne fıtık olun ne fıtık edin.
Tarih, sayın dizi yapımcıları, günlük histerilerle yaşanan geçmiş değildir!
Ve yine, sayın dizi yapımcıları, ülkemin hazinesinden ellerinizi çekin! Bakkal defteri sandığınız şey çok ülkenin tarihi.
Hasan Sever
Zürih, 30 Ocak 2011