Ankara Atatürk Lisesinin yatılı bölümü Cihan Sokak boyunca uzanan binalardan müteşekkildi. Yatakhanelerin pencereleri Lale Sokak’tan girilen ve bizim zamanımızda müdür lojmanına da ev sahipliği yapan arka avluya bakardı. Avluda koca koca kestane ağaçları vardı. Biz yatılı talebeler baharın geldiğini, yaz tatilinin yaklaştığını o ağaçların tomurcuklarından anlardık.
Tomurcukların hayata sıkılı bir yumruk gibi dallarda belirdiğini gördüğümde içime bir serinlik yayılırdı. Yatakhane penceresinden uzun uzun o tomurcukları izlerdim. Doğduğum bozkır coğrafyasında bu ağaçlardan yoktu; büyüklüklerine, dal budak heybetlerine hep hayranlık duyardım.
Kestane ağaçlarının kokusu yoktu ama… Baharın sanki Necatibey Caddesindeki pastanenin, az ileride Yeşil Nalın tabelalı kebapçının, Nokta durağında mukim Gölbaşı Sinemasının ve nihayetinde Kızılay yolu üstünde Beyaz Sarayın altında bir eski zaman mağarası gibi galerilere açılan Zafer Çarşısının kokusunun karışımı bir kokusu vardı. Ve bu koku kestane tomurcuklarından yayılırdı. Bana öyle gelirdi. Şimdi, aradan geçen otuz otuz beş yıla gözlerimi kapatıp burun uzattığımda dahi o kokular karışımını alabiliyorum.
Bir şehrin insana işleyen kokusudur hatıralar.
Edebiyata sığınıp böyle bir tanım yapıyorum çünkü, gölgesini her daim ayak dibimde gördüğüm çocukluğum, ilk ergenliğim bana bunu böyle anlatıyor. Pansiyondan yemekhaneye giderken futbol maçlarında kale olarak kullandığımız iki ters dut ağacımız vardı. Misal, o dutların -ki dut çocukluğumun ağacıdır- böyle bir koku kolektifi yoktu.
Sonra sonra büyüdük. Veya bana öyle geldi…
ODTÜ’ye ilk girişim yine o ağaçların gölgesinde olmuştu. Ormandı ODTÜ. Kravatlı talebelik günleri Ankara’da, şehirde kalmıştı. Kestane ağaçları Atatürk Lisesinde olduğu gibi sınıfın en yakışıklıları değillerdi gayrı. İklim ve coğrafya değişmişti. Fakat ortaokul, lise alışkanlığıdır gövdelerine el uzatıp o kokuyu almaya çalıştığım zamanlar olmadı değil.
Sonra galiba biraz daha büyüdük. Veya bana öyle geldi…
Zürih’e geldiğim yirmi üç yaşımda karşıma çıkan yine kestane ağaçlarıydı. Sokak ve caddeler ve dahi parklar dolusuydular. Şimdi de yer yer tomurcuklarına bakıp baharı ararım…
İki gün önceydi. İşyerimin balkonuna çıkıp temiz hava almak istedim. Tam karşımda kestane ağacı tomurcukları vardı. Yine o kokuyu aradım fakat olmadı. Bu sefer Necatibey caddesine, ANAP genel merkezine gittim. Özal memleketin efendisi; ol dediği oluyor, öl dediği ölüyordu. Berbat bir başlangıçtı Özal. Bizi aldı ahlaksızlığın ahlak sayıldığı bir sınıfa kaydetti. Ülkece epeydir o sınıfın talebeleriyiz…
Fakat sanki bir ışık görür gibi oldum. Nerden geldi bilmiyorum, Hüseyin İnan düştü hatırıma. Sorarlarmış Hüseyin’e “Ne zaman dağa çıkıyorsunuz?” Hep aynı yanıtı verirmiş: “Erikler çiçek açınca*.”
Bu baharın kestane tomurcuklarını Hüseyin’e adıyor ve iç sesimle soruyorum: “Hüseyin yoldaşım ne vakit gelecek memlekete bahar? Yanıt yine iç sesimle: “Kestaneler yaprak açınca…”
Ümitle…
Hasan Sever
Zürih, 04.04.2024
*Erikler Çiçek Açınca, Nurhak’ı Hatırlamak, A. Tuncer Sümer Kitabı, Enis Rıza & Ebru Şeremetli, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014