Ankara Atatürk Lisesinin yatılı bölümü Cihan Sokak boyunca uzanan binalardan müteşekkildi. Yatakhanelerin pencereleri Lale Sokak’tan girilen ve bizim zamanımızda müdür lojmanına da ev sahipliği yapan arka avluya bakardı. Avluda koca koca kestane ağaçları vardı. Biz yatılı talebeler baharın geldiğini, yaz tatilinin yaklaştığını o ağaçların tomurcuklarından anlardık.

Bir orta Avrupa kentinin tren garını biliyorsanız, o kentin yabancısı değilsinizdir. Kaybolmazsınız. Şehrin neresinde olursanız olun, yolunuz Roma’ya bağlanmadan önce o kentin tren garına bağlanır. Gerisi size kalmış, ya aforozu göze alır dünya yuvarlaktır dersiniz ya da Aziz Petrus meydanına bir bilet alırsınız; fakat, her iki durumda da konforunuz garantidedir. 

 

“Dut ağacının en uç dalına tırmandığım zamanlar

Tatlısından anlardım en az bal arısı kadar*”

K. Sever

Armudun iyisini ayının yediği söylenir ya insan merkezli bir cümledir. Yaşam bendini tümüyle tarlasına çeviren insan, o bentten ara sıra su içmek isteyen diğer canlılara karşı böyle küstah cümleler kurmuştur. Doğa, doğanın sakinleri ve onların yaşama hakkı düşünüldüğünde, dağ başındaki armudu yine dağın başına yuva oymuş ayıdan başka kim yemelidir? “Bencilliğimizden” bulalım!

Edebiyat okurlarının Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Birazcık Halil” ve “Su Duydum” romanlarıyla tanıdığı Yazar Hasan Sever ile yaşamını, Ankara’yı, Zürih’i, göçmenliği, edebiyatı, yazmayı, kitaplarını ve satır aralarında saklı pek çok meseleyi, mesela özlemi ve direnmeyi konuştuk.

Her iki gölü de yaşamışlığım var. Henüz lise talebesiyken kıyısına misafir olduğum Mogan Gölü, sazlık ve bataklıktan kenarına yaklaşılmaz haldeydi. Mogan Gölü’nün üstüne kurulmuş Ankara-Gölbaşı’nın pazarı kurulduğu gün, o pazarda kendimden geçerek dolaşır; incir, pekmez, pestil, peynir, zeytin tezgahlarını gezer; en çok da incirlerin büyüklüğü karşısında şaşardım. İşte o pazarın en değişmez ürünlerinden biri de balıktı. Mogan Gölü’nün Aynalı Sazan’ı, tablaya maşallah yazdırır ama sofrada lezzetsizdi; mil kokardı.

Anadolu’nun, haritadan ve devletten uzak bir Alevi köyünde dünyaya gelirseniz, tanrıdan azat büyürsünüz. Bu, sahip olup olabileceğiniz tek ve en büyük mükafattır. Ortaokul iki öğrencisi olarak, 12 Eylül’ün dört adım ötesinde ve Ankara Sıhhiye’de bu soruyu sormanız büyük bir düşünür olacağınıza delaletten çok, sistemin firesi olduğunuza işarettir.

Kent yalnızlığın çoğulu, çoğulların yalnızlığıdır. Her kent kendi içinde her kentli kentin içinde yalnızdır. Ankara’nın bozkır, Zürih’in ortaçağ kokan sokakları hep tek başınadır. Çünkü kent, insanlığın yalnızlığı envanterine aldığı noktada vücut bulmuştur.

Eski adı AŞOT’tu. Çirkin ve kirliydi. Payitahta yakışmıyor denip, Söğütözü’ne taşınmasına karar verildiğinde ismi de değişti. Neymiş efendim Aşot, Ermeni ismiymiş. Sene 1995’te Söğütözü’ne bina edilen terminalin yeni ismi ise AŞTİ oldu. Tarihin seyrine paralel, Türk’ün  makus talihi, Ermeni’den kaçarken Kürt’e tutulmuştu. Gürültü patırtı, vay efendim Aşti Kürtçe, manası da barış (Aştî), gizli bir ajanda çalışıyor falan filan dendi ama esas Moskofluğu kimse fark edemedi: O zamanlar Sovyetler’in tepemizde dolanan uzay üssünün adı Rusça’da barış anlamına da gelen Mir’di (Мир).

Kaç zamandır her dinleyişimde, içimde bir parça muzırlıkla birlikte, Londra’da, Thames’a bakan köhne bir çatı katında, New York’taki sevgilisini düşleyen İngiliz’in, bestesi Talet Er’e, Güftesi Nadide Gülpınar’a ait, Kürdi makamındaki “İlkbahara bekle beni demiştin” şarkısını mırıldandığını düşünürüm…