Ankara Atatürk Lisesinin yatılı bölümü Cihan Sokak boyunca uzanan binalardan müteşekkildi. Yatakhanelerin pencereleri Lale Sokak’tan girilen ve bizim zamanımızda müdür lojmanına da ev sahipliği yapan arka avluya bakardı. Avluda koca koca kestane ağaçları vardı. Biz yatılı talebeler baharın geldiğini, yaz tatilinin yaklaştığını o ağaçların tomurcuklarından anlardık.

Savaşların, bilimi geliştirdiği ve teknolojiyi ilerlettiği tezini, ilkin, lise yıllarımda duymuştum. Tezi dile getiren, “lise aşkı”yla iltimaslı olduğundan, sanırım, pek kayda değer bir yanıt verememiştim. Şimdi, zaman aşımından faydalanıp bir iki cümle kurabilirim sanıyorum. Aşkın zaman aşımı olur mu bilmiyorum fakat “aşk başka iş başka” deyip, zaman zaman, genel geçerin kıyısında kağıttan gemiler yüzdürdüğümü belirtmiş olayım.

İbrahim Tatlıses ÖRF 1 (Avusturya Devlet Televizyonu) televizyonuna konuk olduktan sonraki “İbo Show”da “geçenlerde Avusturya TRT’sine çıktım” demiş. İbo’nun çaresizliğini ve belki de pratikliğini bir kereliğine ödünç alıp “geçenlerde Avusturya TGV’sine bindim” diye yazayım.

Kararmış bir sonbahar gününde iniyorum şehre. Limmat şehri kapatmış göğün perdelerini, yağıyor. Tramvay camına çarpan yağmur damlaları, tramvayın hızını ele verircesine, yere bir paralellik gayretinde süzülüp akıyorlar aşağıya. Tramvay şehir merkezine yaklaştıkça kalabalıklaşıyor ve hat karakterinden arınıp herkesin oluyor. Zürih tren garının üniversiteye bakan tarafındaki durakta inip Central’e yürüyorum. Gayem, Central’den Polybahn’la ETH’nın terasına çıkmak ve bu yağmurlu havada şehri seyretmek. Beynimde haber ekranlarının alt kısmında dönen haber bandı gibi durmadan, “Türkiye-Ermenistan ilişkilerini normalleştirecek olan protokol Zürih’te imzalanacak” anonsu dönüyor.

Berberimi bulmuştum. Saleh’e gide gele birbirimizin cümlelerini öğrenmiş, iletişimimiz daha bir akıcılaşmıştı. Yine de benimle Kürtçe konuşurken, mümkün mertebe yavaş ve tane tane konuşuyor, anlamadığım kelimeleri Almancayla kapatıyor, ben de hem tıraş olmuş hem dil kursu yapmış oluyordum. Malum, Maraş Kürtçesi, deforme bir Kürtçedir.

Kuaför Saleh, Zürih dördüncü bölgede, Helvetia Platz’a yakın, Ankerstrasse’yle Müllerstrasse’nin kesiştiği noktada, eski yapı bir binanın giriş katında bulunuyor. Sırtı yerde büyük L şeklinde dizayn edilmiş dükkana, iki basamak çıkılarak giriliyor. 

İnşaat vinçleri
Şehrin T Cetvelleri

Baharın, tepemize yağmur olup yağan sümüklü burnu gözüktü. 

Güneş Zürichberg’in arkasından, Üetliberg’i ışıttığında gölün başucunda, şehrin içine doğru martılar kanatlanır. Martılar kanatlarında güneşle binaların arasına dalarken, mısır taneleri gibi şehre patlayan sabahçı insanlar, dünyayı yeniden yüklenmek için istasyonlara doluşurlar.

Bir orta Avrupa kentinin tren garını biliyorsanız, o kentin yabancısı değilsinizdir. Kaybolmazsınız. Şehrin neresinde olursanız olun, yolunuz Roma’ya bağlanmadan önce o kentin tren garına bağlanır. Gerisi size kalmış, ya aforozu göze alır dünya yuvarlaktır dersiniz ya da Aziz Petrus meydanına bir bilet alırsınız; fakat, her iki durumda da konforunuz garantidedir. 

 

“Dut ağacının en uç dalına tırmandığım zamanlar

Tatlısından anlardım en az bal arısı kadar*”

K. Sever

Armudun iyisini ayının yediği söylenir ya insan merkezli bir cümledir. Yaşam bendini tümüyle tarlasına çeviren insan, o bentten ara sıra su içmek isteyen diğer canlılara karşı böyle küstah cümleler kurmuştur. Doğa, doğanın sakinleri ve onların yaşama hakkı düşünüldüğünde, dağ başındaki armudu yine dağın başına yuva oymuş ayıdan başka kim yemelidir? “Bencilliğimizden” bulalım!

Her gün kendi ellerimizle alıp götürüyoruz. Ofislerin, üretim atölyelerinin, inşaat sahalarının insan sıcaklığından uzak köşelerine, henüz açılmamış göz ve zihinlerimizle bırakıveriyoruz. Kah klavyeye değen parmak uçlarımızdan, kah metali kavrayan avuç içimizden, kah cümle olup dil ucundan sonsuz bir deryaya akıyoruz. Hayatımızı kazanmak için hayatımızı tüketiyor olmamız ne kadar da ironik.