Monologlar I

Monologlar

Doğululuğum yaşayan; batılılığım onu anlatan tarafımdı…

I

Sakin, tatlı bir sonbahar gecesi olduğunu çok sonraları fark ettiğim bir zamanda inmiştim yol kenarına. Karşı binadan müzik sesleri ve şuh kahkahalar yükseliyordu. Karanlıktı. Batmıştım, bilmiyordum. Arkamda yarı bir tepelik, ötesi, ötesi yoktu. Zoruma gidiyordu. Türkü söylüyordum “Değirmenin bendine / taş dönmüyor dönmüyor “. Olsundu… Kim olursa olsun, yeter ki birileri dursun. Hızla akıp gidiyordu arabalar ve ben karanlıkta el ediyordum… Ne burası Gimat, ne de varmak istediğim yer ODTÜ’ydü. Koordinatları değişmişti hayatımın.

Yürüyordum artık. Birden bir tünelin ağzında buldum kendimi. Tünelin içi aydınlıktı. Oysa biz tünellerin karanlık olduğunu öğrenmiştik ve bütün ulu sözlerimiz bu minval üzerineydi. Daldım tünele, hani daldım dediysem öyle cengaverce değil; pısırık, çekingen, kıyıdan kıyıdan. İşçiler çalışıyorlardı. Kimsenin beni taktığı yoktu ve bu, o anda benim istediğim tek şeydi. Bildiğim kırık dökük üniversite ingilizcemle selam verdim birilerine ama o birileri beni duymadı bile. Tünelden çıktım ve tekrardan karanlığa battım.

Küçük bir yerleşim yeriydi vardığım. Bina önleri aydınlık, caddeler aydınlıktı. Yürüyordum. Nihayet tenha yollarda bir taksi görebildim. El ettim ama durmadı. Hem şaşırdım hem sevindim. Dursa ne diyecektim? Cebimde adresim bile yoktu. Adres diye kafamda olan tek bilgi gideceğim yerin Volvo araba galerisinin üstü olduğuydu. Ve ben, duracak taksiciye çaresiz bu adres kırıntısını sunacaktım ve taksici bana dönüp “Abi sen Türk müsün?“ derse de bu hayatımın en büyük “Türklük” şansı olacaktı. 

II

Yolları seviyorum. Yolculukları da. Ne çok düz, ne çok özenli yatıyordu önümüz sıra. Gözlerimi kapıyordum sağım solum Alpler. Açıyordum sağım, solum, önüm, arkam sobe. Yerimi söylemişti adinin biri ve ben yine ebenin elindeydim. Gidiyorduk. Ne heyecan verici. Tekerleğin yere deydiği yerin çizgisel hızı sıfır ama biz saatte 120 km hızla ilerliyoruz. Kime göre? Böylesine iç içe, böylesine bir bütün ve böylesine ayrı tellerden çalıyordu yaşam. Bizse çoğu kez takmadan herhangi bir kancasına asıyorduk hayatlarımızı yaşamın düz duvarına. Dönüyorduk arkamızı ve yere yıkılıyorduk. Ağlıyorduk, sızlıyorduk ve hep haksızlığa maruz kalıyorduk. Ne yazık bize, ne yazık biz düz duvar medet umarlarına. 

Temizdi her yer. İnsan eli değmişti dört tarafa. Ne Kötü… Ben yine dalıp gidiyordum kendime. Hızla akıyordu damarlarımdaki kan. Beynim bir kat daha fazla alıyordu oksijeni ve ben olmadık şeylere heyecanlanıyordum. Yolu seviyorum; yere inat hızla kaçabilmeyi ama kaçarken, yerden kopmamayı…

III

Durmuştuk. Aydınlık pırıl pırıl bir benzinliğin önündeydik: Willkommen… Yol hüzünleri almancaydı artık. Su içmek istiyordum; Cola’yı sevmezdim. Su, maden suyuydu; annemin sularından. Altışarlı paketlerden alırdım. Yaşlı içeceği olarak bilirdim. Oysa ben daha çok gençtim. Hatta bana sorarsanız çocuktum daha ve büyümeye hiç niyetli değildim.

Yeniden koyulduk yola. Kömürhan Köprüsü yoktu. Baktığı yeri bilmediğim bir viyadükün üstündeydik. Sahi viyadük ne demek? Köprüden farkı ne? Bir yeri başka bir yere bağlayan her yapı köprü olmuyormuş.  Her bağlayan köprü olmuyor işte.  Bazen bağlamaktan çok bağlı kalıyorsun bağladıklarına. 

Mühendisleri anlamakta zorlanıyorum… Bir anlasalar yaptıklarının felsefiliğini değme birer filozof olurlar. Tersinden ya da… Sosyal bilimciler anlayabilseler söylediklerinin teknikliğini değme birer mühendis olurlar. Olmuyor… İki grubu bir araya getiremiyoruz.

Az kalmış mıydı varmaya? Evet… Zaten bu memleketin büyüklüğü Konya kadar; yani git gel üç saat.  Oysa ne Ankara vardı ne Konya. Ne Konya yolu ne de Samsun asfaltı. Hem o Samsun yolu değil miydi ki gün yirmi dört saat sulandırıp dururdu Mamaklıların ağzını. Bak işte yine gittim doğusuna hayatımın. Ne doğuda kalmıştım ne batıda. Ortada ya da ne biliyim havada bir yerde duruyordum. Çok sorardım kendime nereliyim diye?. Her seferinde bitirmeden kapardım kitabı… Kaçıyor muydum filmimin sonundan? Bir filmin sonu, bir romanın son sayfası ne kadar önemliydi ki?

Doğululuğum yaşayan; batılılığım onu anlatan tarafımdı…

IV

Ağcaşar’ın üzümü değildi ağzımdaki; büyük taneli, sarı renkli ve meme uçluydu. Çot diye yarılmıştı dişlerimin arasında ve tatlımsı bir su fışkırmıştı damağımın tat tarlasına… Eyvah… Bu benim üzümüm değildi. En sevdiğim tada ihanetle yüz yüze kalmıştım. Yutkundum ve avucumdakilere baktım. Geri koymak olmazdı şimdi. Hepsini ağzıma attım, kapadım tat algılarımı ve yutkundum. Yine sevmediğim bir şeyler vardı midemde. Bu midem ki, bir dile gelse esaslı iç eleştiri geçirmem işten bile değildi. 

“Aslında eskisi gibi değildi buralar“… Ne büyük bir belirleme ama… Sorsam desem ki “Nedir eskisi gibi olan veya nedir eskisi gibi kalan?“ ne derdi? Bilmiyorum… Bilmiyordur o da… Nedir yeni? Eski varsa yeni de yok mudur? Kaçak bakışıyoruz… Şimdi oturum almak uzun sürüyordu. Varsın olsundu. Belletilen tarihimizden biliyordum ki en oturaksız milletlerden birinden geliyordum. Oturum dediğin koymazdı bana. Biliyorum… Oturaklı bir delikanlıydım ama şimdilik oturumsuz idare edecektim. Tarihin kaçıncı oturumunda oturum kararım çıkacaktı? Çıkacak mıydı sahiden? Oturup bekleyecektim…

Beklerdim… Beklemek ki uzmanlığımıza girer. Ne güzel günlerimiz vardı tarihe veresiye verilmiş. Hesap günü gelecek ve o gün bizler çok mesut olacaktık. İnanıyorduk… Tarihimizin şifresi böyleymiş. Biz ki o kadar çözdük ki bu şifreyi aslını unuttuk. Hani bir deli çıksa “bu şifre yanlış çözülmüş isterseniz aslına bir daha bakalım“ dese, aslını bulmamız mümkün değildi. Hem ne çıkar bundan. Baktık aslı çevirisine uymuyor biz de, aslını uyduruveririz çevirisine. Bunu yapabiliriz.

V

İşte yine yatılı okul koridorlarındaydım. Kendime söz veriyordum durmadan. Büyüyünce büyük adam olacaktım. Ne zaman büyüyecektim? Ne zaman büyümüş adam olacaktım? Hem büyük adam nasıl olunurdu ki? Kimdi büyük adam?

Burada kalmak istiyordum… Peki… Uzatılan bir formu doldurmuş, iade etmiştim. Şimdi resmi bir kaçaktım. Kaçmış mıydım? Kovalanmış mıydım? Sürgün müydüm? Sürülmüş müydüm? Kim nereye atmıştı yazgımı? Yazgım nereme kaç punto büyüklüğünde ve hangi dilde yazılmıştı? Ben mi? Hatırlamıyorum. Yazı yazmışlığım vardı. Ara sıra yazardım yani. Yazdıklarımın arasında yazgım var mıydı? Şair olsam neyse, belki bir yerinde şiirimin kendimi de anlatırdım ama yazı yazan biri yapar mıydı bunu? Yapamaz diye biliyordum. 

Çok sorum vardı kendime. Ama ben, sorularımın ağırlığından değil karmaşıklığından usanmıştım. Hesap gelecekti birgün. Sahi bahşiş bırakabilecek kadar soru var mıydı kesemde? Bilmiyorum… 

Halimce bir çocuktum ve yatılı okul havası kokan insanların arasında kalakalmıştım. Al sana bir ara tekrar. Çok lazımdı sanki… Hem ben, yaşadıklarımdan ders çıkaramayan biri değilim ki… Değilim değil mi?… Bir kere anlatılmıştı çekim planı. Anlamıştım. İstense tek kalemde özlü bir özet geçebilirdim. Geçerdim geçmesine ama geçer not alır mıydım? Öğretmenlerime kalmış bir iş…

“Peki sonra?” Sonra mı? Şebekenin biri aldı getirdi buraya. Geceydi… Ormanda yürümüş, otoban refüjlerini aşmış ve plakasına bakmadığım bir cip beni ilk benzinliğe bırakmıştı. Bu kadar… Yanıtlarımı kendi içimden, kendime dahi duyurmadan geçiriyordum. Suretleri çok hızlı ve çok düşük çözünürlükte yansıyordu ekranıma ve ben, durmadan kanal değiştiriyordum.

Sahi biz çok mu değiştiriyoruz frekanslarımızı? Unutmadan, bizim kanal sizin orada çıkıyor mu?

Hasan Sever

Zürih, Kasım 2003