Gökyüzü olmazsa hepimizin yüzü düşer.”
–Hasan Sever (2015), Birazcık Halil, s. 91.  

Kitaplar vardır, okuduktan sonra içinize işler. Bir süre tıkanır kalır, bir sonraki okuyacağınız kitaba geçemezsiniz. Bu süre zarfında, kimi kez kitabın konusu kafanızı kurcalar, ya kurgusunun dolambacında dolanır durursunuz, ya kişileri ete kemiğe bürünüp zihninize yerleşirler, ya da küçücük ayrıntıları, üzerine git gide büyüyen bir büyüteç tutulmuş gibi, koskoca olaylara baskın çıkar; her şey soluklaşıp silinirken geriye bir tek onlar kalır.

’Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye!’ diyenlerin vatan haini olarak algılatıldığı bir dönemde, 1972 tarihinde doğan Hasan Sever’in 23 yıl yaşadığı topraklardan koparılarak başkalarının yurdunda, umutlarının ardında koşarak mutluluk arama zorunda bırakılması’Birazcık Halil’ gibi bir kitabın doğmasına katkı sağlamış olmalı.

Tanıdık bir şey var “Birazcık Halil”de. Kitabı elime aldığımda böyle olacağını birazcık seziyordum. Roman “Hocam” diye başlıyordu ne de olsa… Sonuçta Hasan Sever’le aynı okuldandık; aynı ortamlarda birkaç yıl arayla benzer meseleleri kendimize dert etmiştik. Sonra yollarımız ayrılmıştı. Tanışıklığımız yıllar sonra tesadüfen olmuştu. Hasan gurbetteydi çünkü. Lakin işte romanına “Hocam” diyerek başlıyordu; tıpkı yıllar önce otobüsten ODTÜ’ye kampüsünde indiğimde duyduğum ilk hitap gibi: “Hocam yemekhaneye nasıl gidilir?” Bilmiyordum ben de yeniydim ama beni hoca sandılar diye sevinmiştim. Üniversite sonrası ne zaman duysam hala sevinirim.

Hasan Sever bu 426 sayfada ne verecek? Hangi olağanüstü gerçeği, hangi gizli sırrı üfleyecek kulaklarımıza? Bu kitabı okuduktan sonra hangi hidayete ereceğiz yahut kim olarak kalkacağız koltuklarımızdan? Bunun esaslı bir cevabı var:

Konya Kulu’dan İsviçre’ye (Almanya’ya denmek isteniyor) çalışmak için giden baba, oğlu Halil’i de yanına alır. Ama ne alma! Halil orada başka dünyaların adamlarına takılacaktır. Böylece Halil ve paradan başka bir şeyi gözü görmeyen babası arasındaki uçurum gittikçe derinleşecektir.