“Çocukluğun Gölgesi, beş tabletten oluşan ve üç cilt olarak yayına hazırlanan bir roman. Başta üçleme düşünüyordum, yani üç tablet, fakat hikâye genişletti kendini. İradi müdahalede bulunmasam altı yedi tablete gidiyordu hikâye.”
Aynur Kulak: Biyografinizden başlamak istiyorum ve görüyorum ki aslında üniversite ihtisasınız ekonomi üzerine. Bu noktadan hareketle edebiyatla bağınız nasıl oluştu diye sormak istiyorum? Aile, Akdeniz coğrafyası ve kültürü edebiyatla bağınızın üç saç ayağı diyebilir miyiz?
Hasan Sever: Evet, üniversitede iktisat tahsili gördüm ama iktistı bırakalı yahut iktisat beni bırakalı çok oldu. Fakat edebiyat bağım hep vardı. Ortaokul birinci sınıfta ağabeyimin ödev olarak verdiği günlük kompozisyon yazımıyla başladı her şey. Sene 1983 ve yer Mardin idi. Yıllar sonra dönüp geriye baktığımda, edebiyat virüsünü orada kaptığımı görüyorum. Annem güçlü bir hikaye anlatıcısıdır. Belleği sağlamdır. Edebiyat genini annemden aldığımı düşünüyorum. Zaten “Çocukluğun Gölgesi” annemin sözlü edebiyatını yazılı edebiyata aktarma çabamdır.
Doğduğum coğrafyaya gelince; İbni Haldun’un, coğrafyayı “kader” olarak nitelemesi bizde daha ziyade “keder” olarak algılanmış; pek yanlış da sayılmaz ama. Fakat iş yazıya, yazmaya ve nihayetinde edebiyata gelince bence coğrafyamızın cefasından ziyade sefasından bahsetmek gerekir. Bereketli Hilal’in kuzeybatı ucunda yer alıyor doğduğum köy. Gılgamış bize üç hikaye mesafede; yani taş atsanız beriye düşer. İşte bütün bunlar Elbistan-Afşin-Pazarcık bölgesini çok mümbit bir alana çevirmiştir. Mahzuni’nin doğduğu topraklar; hemen öte geçede Abdurrahim Karakoç var ve modern edebiyata Tahsin Yücel’i armağan eden bölge.
AK: Çocukluğun Gölgesi Cilt I kısa bir süre önce yayımlandı. Kaç ciltlik bir roman okuyacağız? Tabii bu noktada şunu da sormak istiyorum: Roman fikri kafanızda oluştuğunda kaç cilt yazacağınızı planlamış mıydınız yoksa yazım yolculuğunuz esnasında gelişen durumlar oldu mu?
HS: Çocukluğun Gölgesi, beş tabletten oluşan ve üç cilt olarak yayına hazırlanan bir roman. Başta üçleme düşünüyordum, yani üç tablet, fakat hikaye genişletti kendini. İradi müdahalede bulunmasam altı yedi tablete gidiyordu hikaye.
AK: “Nedir bu damarın kaynağı?” merakıyla başladığınızı söylediğiniz bir roman okuyoruz. Damardan kastınız kişisel hikayenizi keşif miydi, ailenizi mi, içine doğduğunuz coğrafya ve kültürü mü?
HS: Biraz önce doğduğum coğrafyayı tanımlamaya çalışırken ucundan dokundum buna. Damar dediğim, kadim kültürel ve inançsal bir damar. Elbistan, Dulkadiroğulları’ndan bu yana bilinen bir merkez, başkent. Aleviliğin, Alevi inancının taşıyıcısı olan sözlü edebiyatın en yoğun üretildiği bölgelerin başında gelir. İşte bu damar bütün yok sayılmalara ve yasaklamalara rağmen kendisini bugünlere ulaştırmayı başarmıştır. Bu taşımayı da bizim aşık olarak bildiğimiz ekseriyet tahsil görmemiş görmüşse de en fazla ilkokul düzeyinde kalmış insanların marifetiyle olmuştur. Bu aşıkların ürettiği sözlü-sazlı edebiyat öyle bir derinlik taşır ki bazen bir deyiş değil de destan dinlediğinizi sanırsınız. İşte benim bulmaya gayret ettiğim bu damarın edebi kaynağı ve çapıydı… Buldum mu? Emin değilim. Hikayenin belli bir aşamasından sonra aradığım deryanın bir katresi olduğumu ve kaybolduğumu hissettim.
AK: Tüm temalarıyla kapsayıcı, geniş bir hikaye yazmak istemişsiniz. Asıl odağa almak istediğiniz, ben bu romanı aslında şu sebepten dolayı yazdım diyebileceğiniz odak bir konu var mı?
HS: Nâzım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazmakla neyi arzuladığını Kemal Tahir’e aynen şöyle anlatır: “İstiyorum ki okuyucu 12000 mısraı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun. İstiyorum ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuya ana hattında muayyen bir devirdeki, muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye’nin muayyen bir tarihi devredeki sosyal durumunu anlatsın.” Ben bunu çok sesli bir hikaye yazmak istediğine yorumluyorum. Öyledir de zaten. Ve bence yazılı edebiyatımızın da başyapıtıdır. Çocukluğun Gölgesi, çok sesli bir roman. Saç örgüsünden ziyade halı tekniğiyle yazıldı. Bin iki yüz sayfadan sonra istiyorum ki insanlar bir halının karşısında bulsunlar kendilerini.
Merkezde ne var? Merkezde biri kız biri erkek sekiz yaşlarında iki çocuğun dünyayı görme, anlama ve hayal etme biçimleri var. İranlı usta sinema yönetmeni Abbas Kiyarüstemi’nin “Dünyayı bir çocuğun gözüyle görmeye çalışıyorum” dediğine paralel, 1979-80 yıllarını Ayşe ve Hasan’ın gözüyle yazmaya gayret ettim.
AK: Roman, Poyraz ve Bozkış bölümleriyle ikiye ayrılıyor. Zamanda bir sıçrayış yok bu iki bölüm arasında, devam eden unsurlar var. Fakat aynı unsurdan mütevelli hikaye geniş bir coğrafyaya yayılıyor. Niye iki bölüm halinde okuyoruz romanı? Tematik olarak irdelediğiniz konular bu biçimiyle daha iyi mi temellenecekti?
HS: Şimdiye kadar yazdığım romanlarda çok az zamansal sıçrayış görürsünüz. Yazarken olayları ipine alan zaman öyle bir sertleşir ki onu sündürmem yahut koparıp başka bir parçaya düğüm atmam çok zor olur. Burada da öyle. Beş tabletten ve yaklaşık bin ikiyüz sayfadan oluşan roman zaman olarak sadece altı aylık bir süreyi işler. Tabletlerin sınırını zaman sıçramaları değil mekan değişiklikleri belirledi.
AK: Karakterlere gelmek istiyorum. İsmi Hasan olan birkaç karakter var hikayenin içinde ama sanki tek bir Hasan’ın hikayesini anlatmışsınız gibi de bir durum var sanki. Mesela sadece Mam Hasan’ı anlatmış olabilir misiniz?
HS: Poyraz’daki bütün erkek karakterlerin adı Hasan. Niye böyle oldu ben de bilmiyorum. Belki Marquez’e selam vermek istedim, belki bir kader birliği tasarladım. Bilmiyorum yani. Bu ayıp da değil bence. Her kurmacanın, yazarından da saklı yerleri vardır ve olmalı da bence.
AK: Hikayenin kadınları da çok önemli. Özellikle Ayşe’nin hayalleri, inandığı şeyler çok güzel. Hasan ve Ayşe’nin anneleri Mande, Şerife gibi kadın karakterler hikayeye yön verenler olarak önemli karakterler. Aynı erkek karakterlerde olduğu gibi kadınlar da gerçek, yaşamış karakterler öyle değil mi? Çok canlı yazmışsınız.
HS: Çocukluğun Gölgesi, kadın erkek dengesinin kadından yana olduğu bir hikaye. Diğer iki cilt yayınlanıca bu daha da net görülecektir. Ayşe karakteri ta içimde hissedip yazdığımı bir karakter. Onun dünyaya bakışı, hayallerinin büyüklüğü, yer yer çaprazlığı ve dünyayı zaman zaman “şuncacık” görmesi romanı yazarken bana çok enerji verdi. “Canlı yazmışlığa” gelince; onu okur söyleyecek, ben burada susarım.
AK: Çok kısa bir süre sonra toplumsal travmaların ardı ardına yaşanacağı bir dönemi çıkış noktası olarak ele alıyorsunuz. 1978’li dönemler 80’lere doğru (ve sonrasına) adım adım ilerlenen eşik yıllarından biri. Gerçek siyasi karakterlerin isimleri ile ele alıyorsunuz tüm süreci. Bunu yapma sebebiniz siyasetin bireyselden tutalım da, toplumsal, kültüre, ekonomiye her şeyi nasıl da belirlediğini göstermek için miydi?
HS: Evet. Her şey “küçük insan”ın omuzlarındadır. Ve edebiyat o “küçük insan”ların hikayelerini anlatır.
12 Eylül’ün ayak seslerinin duyulduğu zamanlar. Ülke haritasında gerçek isimleriyle resmi isimleri uyuşmayan insanların hayatta kalma mücadelesi. İçindeyken sıradan gelen ve fakat biraz dışına çıkıldığında her şeyin nasıl da kan ve gözyaşıyla vuku bulduğu hayatlar.
AK: Romanın politik ve sosyolojik boyutunu konuşmuşken romanın son sahnesini de konuşmak isterim. Hasan’ın başına ne geldi? Veya neler? İkinci ciltte bunları okuyacağız sanki fakat, burada asıl konuşmak istediğim hayalinizin peşinde İstanbul’a gelip her şeyden habersiz bir hayat kurmaya çalışırken kurban ediliyor oluşunuz.
HS: Kurban etmek benim tasarrufumda değil. Hiç kimseyi hiçbir şeye kurban etmemek gerekir. Hikayenin devamını okuyunca nelerin olacağını göreceğiz. Demin bahsettiğim gibi, tarih denen şey “küçük insan”ın ensesinde pişer.
AK: Romanın dil unsurlarını da konuşmak istiyorum. Birebir aynı yöre aksanı ile aynı günlük konuşma rutini üzerinden yazmışsınız. Bu da o anda, o zaman dilimi içerisinde yaşıyormuşuz hissi uyandırıyor. Gılgamış destanından el alan bir dil bu aynı zamanda, öyle değil mi?
HS: Gılgamış Destanı bana Çocukluğun Gölgesini yazmada, bilhassa ilk iki tablette, çok yardımcı oldu. Destanın Türkçedeki bütün versiyonlarını okudum fakat diyebilirim ki Muzaffer Ramazanoğlu’nun, Dr. Albert Schott’un tercümesini esas alarak, Prof. Landsberger’in yol göstericiliğinde kaleme aldığı ve destan havasıyla derlediği versiyon açık ara diğerlerinden çok daha büyük bir edebi lezzete sahip.
AK: Cilt 2 ne zaman gelecek? Çocukluğun Gölgesi mi olacak ismi?
HS: Belirlenmiş bir takvimi yok. Sanırım en erken 2025’te yayınlanır. Birinci cildin okunması, tanınması ve hikayeden okur potansiyelinin haberdar edilmesi şimdilik ilk hedefimiz.
AK: Masanızın üstünde sürekli duran, rehberiniz olan, kaynak kitaplarınızı da merak ediyorum.
HS: Roman yazmak için ön koşul olarak “okumalar” yapan yazarlardan değilimdir. Neticede tarihçi değilim. Zamanı, mekanı ve insanı yer yer eğip bükme hakkım olduğunu düşünüyorum. O güne kadar hiç ilgilenemediğim, haberdar olmadığım konuları yazmadığım için, romanlarımı yazmadan önce en fazla bildiğim konuların üzerinden şöyle bir geçiyorum…
Yazı masamda eksik olmayanlara gelince: Nazım Hikmet ve müzik…