“Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden,” der Nazım. Yıl, 1957; mevsim, mayıs; şehir, Varna’dır.
Nazım Hikmet
İnşaat vinçleri Şehrin T Cetvelleri
Baharın, tepemize yağmur olup yağan sümüklü burnu gözüktü.
Güneş Zürichberg’in arkasından, Üetliberg’i ışıttığında gölün başucunda, şehrin içine doğru martılar kanatlanır. Martılar kanatlarında güneşle binaların arasına dalarken, mısır taneleri gibi şehre patlayan sabahçı insanlar, dünyayı yeniden yüklenmek için istasyonlara doluşurlar.
Eskiden öyle miydi? Watt, James Watt, büyük bir tutkuyla buharlı makinenin peşindeyken harçlığını buralardan çıkarırdı.
Vefa’ya…
Onu ODTÜ 1. Yurt 3. kat dip merdiven başında elinde çay bardağıyla hatırlıyorum. Vefa’ya dair zihnimdeki ilk görüntü budur. Hararetli bir edebiyat tartışmasının içindeydi. O zamanlar (da) zaman zaman alevlenen bir konuydu: Enver Gökçe mi Ahmed Arif mi? Hangisi daha büyük şairdi?
Baharın ucu iyiden iyiye görünmüş, güneş “Beroj”ları (Kürtçe’de güneye bakan yamaçlara verilan ad) neredeyse kardan temizlemişti. Arkadaşımla, bahçelerin üst tarafında, eskiden “gom” olarak kullanıldığını tahmin ettiğimiz bir harabenin yanında bîzolek (Newroz çiçeği) arıyorduk. Henüz yeşermemiş dere boyunca, gelip gideni rahatlıkla görebiliyorduk. Pek sık olmazdı ama o gün denk gelmiştik. Aşağıdanarı, tıpkı Nazım’ın “Asker Kaçağı”na benzeyen iki asker göründü.
Wallahi ODTÜ’yü bize altın tepside sunmadılar. Anadolu’nun ortası malum, o malumun ortası Ankara ve Ankara hepimize malum: Başta Cemal Süreya olmak üzere çoğumuzun hatta hepimizin “en iyi kalpli üvey anası (1)” o. Üvey anamız, “Moskof”u reddedip, Atlantik ötesine mendil sallayınca, Amaraikalılar “yerinde” insan üretmek için memlekete hücum ettiler. İki şeyleri çok meşhur oldu: Ford kamyon ve ODTÜ.