Korsan Marcos

Dördüncü Bölüm

Monolog

Galiba en büyük eylemimiz YAŞAMAK. Sizce de öyle değil mi?

Okura ikinci cümlede soru sorulur mu bilmiyorum ve sanmıyorum; üstelik sorduğum soruya verdiğim yanıt “galiba”yla başlıyor. Öyleyse şöyle devam edeyim: (Sizi temin ederim, iki cümle sonra ne yazacağımı ben de bilmiyorum. Cümlelerim, Ege’de başıboş bir mülteci teknesi: Avrupa’ya da çıkabilir – West ist the best-; dönüp Anadolu toprağında beyaz badanalı bir eve de kapanabilir ve en kötüsü … en kötüsünü yazmayacağım). Galiba, “galiba”yla başlayan iddiama bir kaç cümleyle destek çatsam iyi olacak. Angelopoulos’un (Ege civarından ayrılmamaya gayret ediyorum) “Sonsuzluk ve Bir Gün” filmini izledikten sonra, “sonsuz yorum sınırlı satır”a sahip bir bilgisayar yazılımı olduğumuzu düşünmüştüm. Tamam, insanı bilgisayara benzetmek pek edebi gelmeyebilir ama, benzediği kesin. Bakın bu sefer “kesin” dedim. Halbuki kesin olan, insanın bilgisayara değil, bilgisayarın insana benzediğidir. Öyle ya, önce biz vardık. Eğer, sevgili muharrir bırak şimdi kimin kime benzediğini, “sonsuz yorum sınırlı satır”a dair biri iki satır karala diyecek olursanız bilin ki, hazırda cümlelerim var. Fakat “hazır”a geçmeden biliyorum ki, buraya kadar gelmemiş olan okur da mevcut. “Vatandaşın kafası karışık” deyip, cümleyi çıplak bırakanlar olduğu gibi; tersi, “ya dur, bakalım ne maymunluklar olacak” deyip, mevzudan “ara parça” bekleyenler de olacaktır. Bu iki okur grubu, benim ne okurum ne de potansiyelim. Tamam, tümüyle reddediyor değilim ama “fiyakalı giriş” veya “içten patlamalı gelişme” yahut “zımbalı sonuç” bekleyenler henüz hayatın “giriş-gelişme-sonuç” olduğunu düşünenlerdir. Yine de haksızlık etmiş olmayayım, milli tedrisatın ülkemizi bu tür bir sakatlıkla başbaşa bıraktığı, sanırım çoğumuzun ortak kanaati. Bu iki grupla, biraz da kendimi affettirmek adına, İsmet Baba’da karşılıklı birer kadeh parlatırsak, rakının zoruna gitmez fakat çok ileri gidemem; zira orada İsmet Baba’da, çok müstesna ve sözlerinden cümle damıtabileceğim insanlarım var. Tamam, meseleye geliyorum. Aslında mesele değil. Bilirsiniz “bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” diyen bir romancı var. Türkçe yazıyor. Cümleyi, romana esaslı bir giriş için mi kullandı yoksa hakikati de bu mu bilemiyorum. Zaten biz okurlar (bakın biz olduk) genellikle bilmeyiz. Ve yazar denen ukala çoğunlukla bu bilmezlikten faydalanır. Hepsi mi? Hepsi mi ne? Yani yazarların hepsi mi ukala? Olanların yanında olmayanlar bir elin parmağı (ki onların da, beşi bir değil). Neyse… Bir kitap okuyup hayatınız değişecek olursa, ukala bir yorumla, sonsuz değişkenli bir hayatınız var demektir. Zaten fizik de böyle demiyor mu? Hayır! Fiziğin dediği Paralel Evrenler. Paralel Evrenler’i düşündüğümüzde, misal ben, bir sonraki paralelimde, Tatyos Efendi’nin Gam-zedeyim (1) şarkısını Müzeyyen Senar yorumuyla dinliyor olabilirim. Ve hatta, “Şu karşıki dağda kar var duman yok / Benim sevdiğimde din var iman yok” türküsünü söylüyor da olabilirim ama siz benim “ukala” evrenimde bulunduğunuzdan (gördünüz mü, suç sizin) bu satırları okuyorsunuz. Tesadüfler… İrade içermeyen tesadüf var mıdır? Bu, bence, doğaya ait olmayan olay var mıdır sorusuyla aynı anlama geliyor. Soruyu bir çentik genişletirsem: Bütüne ait olmayıp bütünün bir parçası olmak mümkün müdür? Bir kitap okuyup hayatınız değişebilir fakat vurgu kitaba değil hayata olmalı. Niye mi? Diyor ya “birini sihirle öldürmeden önce, kahvesine bir ik damla siyanür koymayı ihmal etme” diye, aynı hesap. Bir insana hayatını değiştirecek bir kitap vermeden önce, bir kitapla değişecek hayat vermelisiniz. Tamam, isterseniz beni kınayın ama ben cümleyi daha da açacağım: Burada kitap büyü olarak betimlenmiştir. Yalan mı? Yalan mı ne? Kitabın büyüye benzediği yalan mı? Olabilir. Büyü yahut kod, her ikisi de aynı. Benzetmeden çıkıp “sonsuz yorum sınırlı satır”a geliyorum. Evrenin sonsuz olduğunu düşünüyoruz; fakat, bence düşünme alanımıza giren her şey sınırlıdır. Biz insanlar da evren gibiyiz (edebiyatçıların “her insan bir dünyadır”, şiarı (nefret ettiğim ender kelimelerden biridir şiar; beni bağışlasın)) ve sonluyuz. Sanırım, burada zor olan, evrenin tersine, insanların sonlu olduğunu değil sonsuz olduğunu iddia etmektir: İnsan sonsuzdur; çünkü üretir. İşte ben de bunu söylemeye gayret ettim. Sonsuz üretim kapasitesine haiz bir canlı, içine aldığı her şeyle ölümünü göze alır. Kitapla bu, software yumuşaklığında ve zahiriliğinde olur: Ve fakat bir kez daha belirtmek istiyorum. Daha önceki bölümlerin birinde de dile getirmiştim. Koca ormanı bir kıvılcım kül edebilir ama, abartmamak lazım, kıvılcım hep kıvılcımdır; yanan, övgüyü hak eden, kül olan ormanın kendisidir. Sözün kısası, insan olarak, bütün olmasa da, çokça övgüyü hak ettiğimizi düşünüyorum. Siz uyanık okurlar, benim usta bir muharrir olmadığımı en başta anlamıştınız zaten. Hadi itiraf edin, paragraflara bölün-e-memiş (belki de fiyaka olsun diye) bir kaç satırımı okudunuz diye, beni sahiplenecek değilsiniz. Tutturmuş, hayat da hayat. Neymiş efendim, hayat değiştirecek kitap yoktur ama kitapla değişecek hayat vardır. O vakit ne diye cümle zorluyorsun ki? Git mühendis ol, iktisatçı ol; ne bilim hiçbir şey olamıyorsan bakan, başbakan ol. Tamam. Artık temelli yalnızım (“Mutterseelenallein“). Son bir kaç okur kalmıştı elimde “la gelin yazık, şunu okuyuverelim; dilimize mi yapışır” diyen, onlar da gitti. Gülümsüyorum. Aklımda Cemal Süreya. Haşa, Cemal Süreya’ya gülüyor değilim. “Hayat kısa, kuşlar uçuyor” dizesi aklıma düştü, gülümsedim. Cemal Süraya’yı nasıl okumalı diye bir “ukalalık” yapacak değilim; ama istersem yapabilirdim ve siz elimde kalmayan okurlar bunu da okurdunuz. Lafı uzattım ama, nereden çatal verdiğini biliyorum. Söz, bu son. Çatal deyince aklıma geldi. Bizim Türkçe’de (gördünüz mü “bizim” dedim; halbuki yazar (dikkat, muharrir demedim) bitaraf, ortaya karışık olmalı. Serbest piyasa koşulları bunu gerektiriyor) bazen bazı kelimeler insana vaha yaşatır. Çatal da bunlardan biri. Bir türkünün farklı bölgelerde farklılıklar arzetmesi “çatal” olarak adlandırılıyor. Muhteşem. Misal: “Çay benim çeşme benim / Derdimi deşme benim” (Antalya); “Çay benim çeşme benim / Ardıma düşme benim” (Balıkesir) … Çatala dönüyorum. Fakat dut ağacını bilenler bilir, çatala dönmek her zaman kolay ve mümkün olmayabilir. Bazen kendinizi toprağı üstünde sırt üstü, göğü de tepenizde tencere kapağı bulabilirsiniz. Heyhat, dünyanın en büyük tenceresinde nefessiz kalmışsınızdır. Bakalım bir ustalık gösterip çatala dönebilecek miyim? Çocukluğum dut dalında geçti. Ergenliği geçelim; ingilizceye dair kırık dökük kelimeler birikmiş cebimde. Şimdi kırkında (gördünüz mü? İster usta, ister çırak, bir yazar (yine muharrir demedim) önünde sonunda kendinden bahseder; ve bu hususta ikiye ayrılırlar. Bir: Benim gibi bunu “efendice” söyleyip şefkat dilenenler; iki: bunu cümlelerin boşluğuna sıkıştırıp, tanrı zavallılığına düşenler. Özet: Tanrı Dilencidir.) … Burada kesiyorum. Kırkımı bu işe karıştırmayacağım. Agnelopoulos, Sonsuzluk ve Bir Gün filminde, kelimelerin peşine düşen şairi anlatır. Bulunup ortaya çıkan, tozu silkelenip ege güneşine serilen her kelime için para vadeder. O kadar vaatkar değilim üstelik kaybolan anadilim değil; benim. Hal böyle olunca kendimi silkeleyip güneşe sermem gerektir.

İşte, güneşin sıcak bir el gibi tende dolaştığı Ege’de; Başkorsanlık Gemisi’nin güvertesinde, yanında Prenses İrene olduğu halde, 21. Asır’dan Gelen İnsan bunları, yahut bunlara yakın şeyleri düşünüyordu. Kafası karışık mıydı? Hayır. Kendini zinde ve en az Yukarı Akdeniz kadar mutlu hissediyordu. (Yazmayı unutmuş olabilirim, Yukarı Akdeniz o gün çok mutluydu.)

Monologu bu kadar uzatıp, yine, en olmadık yerinde kestiğim için özür dilerim (samimiyim). 21. Asırdan Gelen İnsan, fark edenlerin fark ettiği gibi bir dostumdu. Ben zira, bir kadının ilk bakışta etkileneceği erkeklerden değilim. Kötülük yaptım; kötü oldum; dostumun kalıbına giriverdim. En kötüsü hem dostumu hem Prenses İrene’yi kırmış oldum. Fakat lütfen bunu Prenses İrene’ye açık etmeyin. (Ah ah ah … Erkek salaklığım! Bunu ondan saklayabileceğimi düşündüm). Şimdi güvertede, içi ben, dışı dostum, yanımda Prenses İrene, birazdan sofradan kalkıp gelecek olan Battal ve Marcos; önümüzde Nazım’ın dediği gibi “Atlas bir yorgan” gibi Yukarı Akdeniz, ufka bakacağız… Sahnemiz bu.

Sizden yine küçük bir ara istirham edeceğim. Başlarken, “sizi temin ederim iki cümle sonra ne yazacağımı ben de bilmiyorum” dedim ya, yalandı. Aslında doğruydu, aklımda bir yargı vardı: Bir punduna getirip: “Tolstoy okşar, Dostoyevski dürtükler,” diyecektim.  Nereden mi biliyorum? Siz söyleyin, hiç huzurunuz yerinde Dostoyevski okudunuz mu? Ben okuyamadım. Adam’ı, (lafa bak)  her seferinde morarmış bir ruhla kapattım: “Hey okur! Bedava yok. Ben ruhumu teslim edip yazacağım, siz de yan gelip okuyacaksınız. Yok öyle! Bu anlattığım, “hikaye” değil, (“başka bir tabir kullanacaktım ya neyse) insanın, ruhunun acıları; titre ve kendine gel.” Der ya Cemal Süreya (alıntı iki etti, acemi yazara işarettir) “Okuduğumdan beri huzurum yok.” Bende de öyle (tey tey tey, kendimi Cemal Süreya katına da çıkardım. Siz okumakta diretebilirsiniz; lakin benim kesme vaktim geldi.). Kaldı ki huzurdan nefret ediyorum. Geçenlerde, yani gemi güvertesinde kendimi Prenses’in yanında cümletmem evrende habersiz olduğum bir olasılıkken, şöyle bir not düşmüştüm:

Bir gün,

Bir yerde,

Birinin huzurunu bozduysan,

Üzülme!

Huzur:

Bencillerin limanıdır.

Yık o limanları!

(Zürich, 7 Kasım 2012)

Notu, bir gün şöyle bir şeyin böyle bir yerinde kullanırım diye yazmadım. Eğrisi doğrusuna denk geldi; alıntıladım.

Gelelim Tolstoy’a (bu da bir ukalalık: “Gelelim.” Öyle ya, ruhunuzu teslim aldım, artık benimsiniz. Hadi oradan). Baştan alıyorum.

Tolstoya geleyim… Hakikaten okşar: Angelopoulos’un Ulis’in Bakışı; Yılmz Güney’in Yol’u; Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadoluda’sı; Akira Kurosawa’nın Dersu Uzala’sı; Abbas Kiarostami’nin “Zeytin Ağaçları Altında”sı; Michael Haneke’nin “Beyaz Kurdela’sı (Doktorla ebe arasında geçen iğrenç muhteşem diyalog hariç) ve ve henüz çevrilmemiş bir kaç film gibi okşar insanı. Unutmadan, müzikte Eleni Karaindrou,  Pink Floyd, (eksi kaos) King Crimson; şiirde Nazım…

“Bütün bunları dinlemek, seyretmek ve okumak istiyorum” dedi Prenses İrene.

  1. Asır’dan Gelen İnsan, ellerini iki yana açıp “Prensesim …” diyebildi ancak.

Tarihin locasında durur gibi durdukları güvertede, çarmıhtaki Mustafa’nın çaresizliğinde,

[

“Satırı çaldı cellât.

Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,

yeşil bir daldan düşen elmalar gibi

birbiri ardına düştü başlar.

Ve her baş düşerken yere

çarmıhından Mustafa

baktı son defa.

Ve her yere düşen başın

kılı depremedi:

—İriş

Dede Sultanım iriş!

dedi bir,

başka bir söz demedi.. .”

]

dalgalara yenilip, sulara gömülen 21. Asır’dan bir mülteci teknesi gördüler. Hiçbir, hiçbir şey yapamadılar. Hem, bağışlayın beni, hiçbir şey yapamadılar.


Sözümü tutamadım. “… en kötüsünü yazmayacağım” dedim, yazdım.

Bitirmeyeceğim.

Madem sözümü tut(a)mayıp en kötüsünü yazdım, size, kokusunu bilmediğim “Portakal Çiçeği”ni de anlatacağım.

Beşinci ve (hakikaten) son bölüme kadar; “İçim dışım portakal.”

Hasan Sever

Zürih, 15 Kasım 2012