Hasan Sever ikinci romanı “Su Duydum”da on sekiz yıllık bir aradan sonra karşılaşan iki eski sevgilinin birlikte geçirdikleri bir hafta sonunu anlatıyor: Geçmişin anıları ve muhasebesi ile uzayacak olan hüzün dolu iki günün hikayesini…
İlk romanı -”Birazcık Halil”- 2015 yılında yayımlanan Hasan Sever 1972 Elbistan doğumlu. Ankara Atatürk Lisesi ve Cumhuriyet Lisesi’nde okudu. ODTÜ İktisat Fakültesi’ne devam ederken 1995 yılında yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Zürich Üniversitesi’nde ekonomi eğitimi gördü. İsviçre’de yayınlanan Öteki İsviçre dergisinde yazarlık ve editörlük yaptı. 2010 yılından beri e-hayalet.net politika-kültür-sanat sitesinin yöneticiliğini yapıp, aynı sitede günlük yazılar kaleme alıyor.
Bir Zamanlar Ankara’da
“Birazcık Halil”de İsviçre’de yaşayan Türkler arasında geçen bir hikaye anlatmıştı. “Su Duydum”da mekanı değiştirmemiş. Kahramanları biraz farklı; Eylül’ün artçı darbeleriyle hayatları bambaşka yerlere, yönlere savrulan insanlar…
Romanın iki ana kahramanından biriyle başlayalım. Ankara Esenboğa dış hatlar terminalinde, karşılaşıyoruz Feride ile. Uçağına yetişme telaşındayken, polislerce alınmış, sıradan ve şaşkın bir insan. Hikayesinden haberdar olmadığımız bütün insanlar gibi çıplak… “İnsanın mutlak çıplaklığı, varsa eğer, hikayesizliğidir. Feride şu anda hikayesiz ve çıplak bir kadın. Ankara Esenboğa Havaalanı’nda, Niye mi? Anlatalım” diyor anlatıcı ve Feride’ye bir hikaye vererek onu yavaş yavaş giydiriyor.
Yoksullukla büyümüş Feride; babası figüranlıktan terk, annesi ev kadını. Sonra Feride beş yaşındayken İstanbul’dan Ankara’ya göçmüş, Tuzluçayır’a yerleşmişler. Feride bunun bir yenilgi olduğunu, yenilgilerinse mutsuzluk taşıdığını ta o zaman anlamış. Dünyaya karşı zırhını ta o zaman kuşanmaya başlamış. İyi bir öğrenci olmuş, üniversite sınavlarında yüksek bir puan tutturmuş, çevresindeki herkesin muhalefetine rağmen bildiğini yaparak Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Hititoloji’yi tercih etmiş. Okula başladığında kısa sürede sol bir çevre edinmesine rağmen ideolojik başlanmışlık yok Feride’de. Ancak AST’ta bir oyun izlerken tanıştığı Ferdi örgütlenmenin içinden bir genç. Orta sınıf bir ailede yetişmiş, iyi bir eğitim almış, ODTÜ’de mühendislik tahsili yapan, edebiyata düşkün bir genç. Tanıştıkları tarih 1990-1991 arasında bir gün olmalı.
İki gencin kitaplar üzerinden tutturdukları ortak dil aşkın diline evrildiğinde birlikte eve çıkmaya karar vermişler. Kader kapıyı işte o zaman -bir geceyarısı düzenlenen polis operasyonunda- çalmış. Bir süre sonra Ferdi yeniden içeri düşmemek için ülkeyi terk etmiş, Ankara’da kalan Feride önce kariyer sonra maddi anlamda başarı merdivenlerini tırmanarak devam etmiş yoluna. Şimdi yeni bir yolculuk öncesinde havaalanında rastladığımızda bu ayrılık anının 18 yıl sonrasındayız. Ferdi ile görüşmeye gidiyor Feride. Birlikte geçirecekleri iki gün geçmişi, yaşadıkları zamanı ve geleceği konuşacaklar…
Hasan Sever, -Zurich şehir turu çerçevesinde- aşka, sevgiye, aileye, dostluklara, ayrılığa, özleme, siyasete, göçmenliğe, yenilgilere açılan uzun dialoglar halinde kurgulamış romanını. Diyalogları şiirlere, romanlara, sanata göndermelerle zenginleştirmiş ki böylelikle edebi söylemin dışına çıkmaktan kurtuluyor.
Yurtsuzluk
Girişteki biyografisini okuduğunuzda “Su Suydum”u Hasan Sever’in özyaşam öyküsü gibi algılayabilirsiniz. Oysa kendi hayatını anlatmıyor. Elbette kendi deneyimlerini, gördüklerini, hissettiklerini katmıştır işin içine. Ancak yaptığı “hikaye teşhirciliği değil”, yaşanmış bir dönemin acılarını dile getirmek. Tam bu noktada Hemingway’in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”unun girişi geliyor aklıma; “İnsanoğlu yalnız değildir. Bir ada gibi bağımsız ve kendi başına değildir. Dünyanın herhangi bir parçası bütünün bir bölümüdür Küçük bir toprak parçası denize aksa koca bir kıta küçülür. Bütün bir ülke yok olsa, arkadaşların ölse senin evin ve yaşadığın ülke yok olmuş gibi üzülmelisin. Çünkü ben de o büyük bütünün bir parçasıyım. İşte bu yüzden; asla, Çanlar Kimin İçin Çalıyor? diye sorma. Çanlar senin için çalıyor.”
“Su Duydum”da anlatılan kim olduğunu sormak da anlamsız, anlatılan bizim hikayemiz ya da bizim de olabilecek bir hikaye. Mesela Feride, bütün hayatlarını maddi “başarı” sağlamak uğruna tüketen günümüz orta sınıf insanını temsil ediyor. Aşkı uğruna ülkeyi terk etmektense Ankara’da yalnız yaşamayı, parlak olabilecek akademik kariyer yerine kendisine çok para kazandıracak iş dünyasını seçmiş. Kazanmış da. Ne var ki şimdi geriye dönüp baktığında huzursuz olduğu ve artık yorulduğunu düşünüyor; “Korkunç bir ırmakla boğuşmuş, Denizci Sinbad misali bin bir badire atlatmış, her badireden ruhunda bir leke kalmış gibi hissediyorum kendimi. Yoruldum; yordum kendimi … Boş.”
Teker teker olaylara değinmiyor Hasan Sever. Zaten 90’lardan 2017’e kadar atlattığımız, daha doğrusu atlattığımızı sandığımız ama ruhlarımızda lekeler bırakan o kadar çok badire var ki değinmekle bitmez. Kısacası, -Ferdi’den alıntılayalım- “insan, coğrafyasının kaderini yaşarmış”, ve -Feride ile tamamlayalım- “Türkiye travmalar ülkesidir”.. Hiç kimsenin kaderinden, travmalarla geçecek bir hayattan kaçması mümkün olmayacaktır. Nitekim Zürich’e yerleşen Ferdi için de durum farklı değildir. Ülke dışına gitmek zorunda kalan pek çok devrimci gibi Ferdi de saatini çıktığı günde durdurmuş, kendisini bir bellek hapishanesine kapatmıştır. Bir başka zamanın içinde yaşar Zurich’i. Ancak gerçek zaman geçip gitmiş, bunun farkında olmayanları tüketmiştir;
“İnsanlar, sanki; ırmağı, denizi, gölü kurumuş balıklar gibiydiler. Kimse doğru dürüst nefes alamıyordu. Herkes bir köşebaşında çırpınıyor gibi görünüyordu gözüme. Muhtemelen ben de onlardan biriydim. 12 Eylül’ün artçı bir dalgasıyla yine Avrupa kıyılarına vurmuştuk. Bir ara çürümekten bahsettik. Ben çürüyebildiğimizden bile emin değilim. Doğanın yaşam döngüsünü düşünürsen, çürümek, çürüyebilmek yok olmak değil; tersine, çoğu zaman, su ve güneş isteyen canlılara besin olmak, onları hayatta tutabilmektir. Çürüyememiş çok insan gördüm; doğaya hiçbir faydası, katkısı olmayan insanlar. Üstelik bunu, başkalarının mücadelesiyle kamufle ediyor, aslında tükenmişliklerine mücadele süsü veriyorlardı. Feride, ben, sana tuhaf gelebilir ama, kendi toprağımda, kendi canlılarımın kökü dibinde çürümeyi, çürüyebilmeyi bile bir mücadele biçimi olarak görüyorum; ama kendi toprağımda. Toprağımda derken, yanlış anlama, toprak anlamında değil, dünyaya benim gibi bakan insanların arasında demek istiyorum. Tarih, rezerve etse de, neylersin, her kuşağa devrim fırsatı vermiyor. Yenildik.”
“Su Duydum” üçüncü tekil şahıs bakış açısından anlatılmış. Geçmişle bugün arasında gidip gelişlerden ziyade zamanın iç içe geçmişliğini öne çıkaran Sever, özlenen zamanların şimdiki zaman üzerindeki baskısını yakalamış. Anlatıcının konumlandığı yer geçmişin ve bugünün iç çatışmalarını, düşüncelerini hem dile getiriyor hem de karşılaştırıp yorumluyor.
Sadece siyasilerin, göçmenlerin değil, Türkiyeli orta sınıfların arayışlarına, umutsuzluklarına, acılarına dokunan hikayesiyle “Su Duydum” öncelikle iyi anlatılmış bir dönem romanı. Ve hemen ardından hüzünlü bir aşk hikayesi…
A. Ömer Türkeş
1 Mayıs 2017