Dokusuyla kurgusuyla, imgeleriyle simgeleriyle, itirazlarıyla kabullenişleriyle, akışıyla nakışıyla, aşlarıyla taşlarıyla, zamanıyla mekânıyla, kalemiyle kelamıyla, hâsılı, sözüyle ve özüyle enfes bütünlükte bir metin, işte önümüzde… İnsanın köklerinin toprakta gözlerinin Yüce Gök’te olduğunu, bazen susarak bazen söyleyerek fakat en çok yaşayarak anlatan kanlı canlı karakterleriyle, ilkin kalbime sonra aklıma kulak vererek diyorum ki, Çocukluğun Gölgesi bir bozkır epiği!
Bölge ozanlarının tezenelerine Hasan Sever kalemiyle yanıt vermiş; Gılgamış Destanı’yla dokunmaya başlayan Mezopotamya ölçeğinde bir bozkır halısının desenlerine birkaç ilmik de kendi atmış; üçlemenin ikinci ve üçüncü ciltleriyle de atacağa benzer. Bir yola çıkılmışsa o yol, kâh kendi üzerine katlanarak, kâh dışa bükülerek, en önemlisi kendinden doğurarak uzar gider. Bir yere bağlanıp bağlanmayacağı, ne zaman ne şekilde bağlanacağı ise bilinmez. Yolu güzel kılan, yolda olma tutkusunu canlı tutan da bir sonraki adımın bilinmezliğidir. Yaşa da basılır taşa da, çimene de dikene de; hayatın kurgusu böyle. Romanda da dendiği gibi; ‘ne mutlu ki insana, hayatın hepsini önceden tahmin edemiyor’. O vakit yazımızın sonunda söyleyeceğimizi şimdi söyleyelim: Yolu bahtı açık, okuru bol olsun Çocukluğun Gölgesi’nin…
Çocukluğun Gölgesi asıl olanın yol olduğunu ima ederken, bir dert varsa dermanı da yoldadır diyor. Mısri’nin de söylediği gibi: ‘Derman arar idim derdime, derdim bana derman imiş’. Dert, sıkıntı, hata, kusur göreceli şeyler. Kaldı ki bana bunları düşündürüp yazdıran da basımdaki masum “hata”.
İnsanı var eden coğrafya, kendi çetinliğiyle baş edebileceği becerileri de ona verir. O yüzden, yazın sarıdan kışın beyazdan ibaret bozkır coğrafyası, özünde ne dert ne de kaderdir. Sorunlar sıkıntılar değil, onlarla nasıl ilişki kurduğumuz, onlara nasıl yanıt verdiğimiz önemlidir. Bunun için, kararmış zihinlerden çıkan seslere değil, boşluğun, lekesiz, engin esinlerine ihtiyaç var. Bozkır bir boşluktur; esinleri de, kah esintileriyle, kah kızıl bir tilkinin(Çuxsur) kuyruğunda, bazen de bir kar tanesinin kristallerinde gelir. Bunun gibi daha yüzlercesi ozanların üç tellisine ses, Hasan Sever’in kurşun kalemine söz olmuş.
Kimine göre kapkara kimine göre apak bir kışı haber veren kadim poyraz o esintilerden biri, perdeyi açan ilk karakterdir. Hikâye, poyrazın enfes kıvrılışlarıyla; Uzunyayla’dan Yoğunsöğüt’e, Kurtkulak’ın eteklerinden kurumuş bir ışkına, canlı cansız bütün varlıklara dokunuşuyla başlıyor. Hak yemeden değdiği her yüzeye yaşamın nemini ve serinliğini bırakıp gidiyor. Kimin, hangi tavşanın, yaban armudunun ya da taşın, neme, serinliğe ihtiyacı yoktur.
Romanın o güzel analarından ikisinin, Mande’nin ve Şerfe’nin çocuklarına şefkatli dokunuşlarıyla doğanın kendi varlıklarına dokunuşu bir ve aynı şeyler değil midir. Belki de duygusal yüklerden ötürü, ağrırsa annelerin başı ağrır. Hepsini ne güzel betimlemiş Sever: minnetle, meğer bütün mucizelerin ondan doğduğu aşkla, tutkuyla! Naçizane demek isterim ki: İlk cildi bitirdiğimde, bozkır çeşmesinin dal kalınlığındaki suyuyla yıkanıp paklandığımı hissettim.
Boşluk dedik, bozkır dedik. Sınırsızlıkta, bilinmezlikte yolunu yönünü yitirenlere, bozkırın bağrından yeşermiş bilgelerin, erenlerin, ozanların selamı ve kelamı ışık olur. Seslerinden, sözlerinden o kadar çok var ki Çocukluğun Gölgesi’nde. İçlerinden en yeşili, iki ilkokul öğrencisi, Ayşe ve Hasan. Ayşe, köylerindeki bir ceviz ağacını kara kışta dahi her daim yeşil görebilen gözlere sahip. Lekelenmemiş zihni, kararmamış gönlü, perdelenmemiş gözleriyle, Mande’den doğmanın yaşama dahil olmanın nadideliğini içinde hissetmesi ve bunu göstermesi için sadece iki eşya yeterli: yeşil bir boya kalemi ve resim defteri. Bu sebepten Mehmet öğretmenin, ‘benim bozkırdaki mucizem’ dediği, bütün Yoğunsöğüt’ü tek başına yeşertebileceğine inandığı öğrencisi. Hasanla aynı sınıftalar, tertemiz, yemyeşil gönülleri, bozkır kültürünün sonsuz mesafesinde birbirlerine meyletmiş; Yoğunsöğüt köyü ve derme çatma okulları onlar için ışıklı bahçeye dönmüş. Hasan’ın, tat alamadığı bir misket oyununun ardından evine dönerken yaptığı hakikate dair sorgulamaları, yolda ceviz ağacını görünce aklına Ayşe’nin gelmesine, sorular zincirine onun da takılmasına neden oluyor: “Ayşe de nasıl kız. Ne zaman resim çizse ağacını yeşil yapraklı çiziyor. Hâlbuki ceviz ağacı şimdi yeşil değil.” Belki bir gün bizim de yüzümüze Ayşe ile Hasan’ın gölgesi vurur…
Aklından geçen soruları o günkü yürüyüşüne borçlu Hasan. Yola çıkmadan, yol almadan olmuyor bu işler. Kısa bir parantez açalım: Aydınlanma yanlış anlaşıldı, yanlış yorumlandı bu topraklarda. Korkunun, inançsızlığın, doğaya, bedene, sese ve söze yabancılaşmanın, şununla bununla oyalayan, uyutan etkisi oldu hep. Bilmenin, hakikate uyanmanın, varlıkta sebat etmenin olmadığı zamanı ve mekanı güç ve otorite doldurur. O vakit saz ve söz susar başka şeyler konuşur.
Romanın arka planında yaşamın sesini susturacak bir darbenin ayak seslerine de tanıklık ediyoruz. Neyse ki arka planın aydınlık bir panzehir i var: pilli bir radyo ve türküleri. Bu yüzden, hayat her zamanki yerine çarçabuk geçip oturur…
Ölümden korktuk, yaşama inanmadık. Gönül pınarımızdaki suyun kudretini başkalarına devrettik, onlar da kendi istedikleri gibi kullandılar. Mesele, bir kez tattığımız, muhtemelen bir daha tadamayacağımız varoluşa verilmesi gereken ancak veril(e)meyen anlamla ilgili. Çocukluğun Gölgesi’ne ustaca nakşedildiği gibi, dörtbin yıl önce yazılan Gılgamış Destanı’nda bile anlatılmış: Tebaası tarafından yarı tanrı olduğuna inandırıldığı için ölümsüz olduğunu düşünen Gılgamış, en yakın arkadaşı Enkidu’nun ölümüyle birlikte sonluluk gerçeğiyle tanışır, varoluşun anlamı sorusuyla ilk kez burun buruna gelir. Tanrı olmaya değil ama tanrısallığa, ölümsüzlüğü değil ama sonsuzluk duygusunu farklı biçimde deneyimlemeye yönlendiren bir yüzleşmedir bu. Bilimin, sanatın, felsefenin ve dahi bozkır bilgelerinin doğuş nedeni bu fark ediştir.
Çocukluğun Gölgesi her türlü maddi koşuldan bağımsız ve onun da ötesinde varoluşla yüzleşmeye çağırıyor. İnsanın, bakışlarını dışından içine çevirmesine, kendini görüp bilmesine, nefes almanın, varlıkta sebat etmesinin yüceliğine vurgu yapıyor. Bunun için bozkırın boşluğunu, boşluğun var ettiği varlıkların ve bilgelerin dilini kullanıyor.
İçine doğduğumuz her ne ise gerektiğinde terk edemedik. Oysa aydınlanma bir çıkış(exodus) hamlesidir. Platon’un mağarasının karanlığından ve gölgelerinden güneşin aydınlığına çıkış, ışığın apaçık ettiği gerçeklere uyanıştır. Nehirde bir katre iken ummana karışıp onda dağılmaktır. Romanın Hasanlarından birinin yaptığı gibi, coğrafyayı terk etmeyi gerektirebilir, fakat yetmez; düne kadar inandıklarınızı, ezberlerinizi bırakmanız icap eder. Aslında bu itki, kendiliğinden, bozkırın kadim poyrazı gibi gelir. Ait olduğunuz vasatı, darlığı, koşullanmış bilincinizi, olgunlaşıp dalından düşen bir dut gibi bırakır gidersiniz. Yasa Nietzsche’nin dediği gibi işler: “Beni terk ettiğinizde size geri döneceğim”. Mehmet öğretmenin içine damlayan sır da benzer şeyi söylüyor: Bin yol vardır bir erkâna çıkmaya, erkân yoldur şart ki yoldan çıkmaya.
Lakin her terk ediş, yepyeni bir bilinçle geri dönüşün de öncülüdür, olmalıdır. Aksi halde, bozkırın boşluğunda ne bilgi ne de bilgelik kalır. O bilgelerden biri, sırtında üç tellisiyle şehir şehir, köy köy dolaşan Yüzbaşı lakaplı bir gezgin derviştir. Sonradan yoldaşı olacak genç Halto ile hala yol almakta, ikisi birbirlerine aynalık ederken karşılıklı dönüşmektedirler.
Okurken şaşırabilir, belki yadırgayabilirsiniz. Kahramanların yarıdan fazlasının adı Hasan, sadece lakapları farklı. O kadar olsun, ötekini berikinden ayırmak mühim, başka türlü yol alamayız. Lakin içine doğduğu kültürün hem bağrından hem ötesinden yazan Hasan Sever’in demeye getirdiği bir şey var sanki: Ey okuyucu, sözümüz ayrı olabilir ama özümüz bir; siz aslında ben, ben aslında sizim!
Murat Müfettişoğlu
İstanbul, 17 Ekim 2024
Y.N: İtalik ifadeler romandan alıntıdır
Açıklama: Yazının kısaltılmış hali Birgün Kitap’ın Ekim 2024 sayısında yayınlanmıştır.