Sanat, durmamızı, derin bir nefes almamızı, güneşin ışıdığını, ayın göğümüzde parladığını, suyun çağladığını bize hissettirir. Dünyanın telaşını sırtında taşıyan bir karıncanın ayak seslerini nasıl duyarız? Duyabilir miyiz? Durmadan toprağı eşen bir köstebeğin sandığımızın tersine sonsuz ve aydınlık dünyasını nasıl algılayabiliriz?
Yazdığım;
Tolstoy, yaratmanın iki aşamalı olduğunu söyler: “İlk aşamada sanatçı gerçekliği doğrudan algılar, çoktan bilincine varılmış olan yine bilinçdışı konumuna düşer;” der ve ekler “İkinci aşamada ise bu bilinçdışı konumu yine bilinçle algılama söz konusudur (1).” Yani eğer düz sayılmayacaksa Tolstoy, içe alınanın işlendikten sonra yaratıldığını söyler. Bu da en azından başlangıçta iki şeyi zaruri kılar: Gerçeklik ve onu yaşama süreci. Sosyal bir varlık olan insan çok değişik tariflerle tanımlanmıştır. Belki bir tanım da onun yaratmaya en yakın duran canlı olduğudur. Oksidiyen taşını sopanın ucuna bağlayıp alet yapan atalarımız bu aleti hayatta kalmak için yapmıştır. Fakat ne vakit ki o sapa bir gül işlemeye kalkmıştır işte orada sanat devreye girmiştir. Belki de ilk sanatsal üretimimiz böylesi bir şeydi. Yine, mağaranın duvarına hayvan figürü çizen atamıza o figürün bir yerinde, gördüğü, çıplak gözle detayladığı hatta bir avcı olarak anatomik incelediği hayvanın herhangi bir uzvunu gerçekliğinden aşırıp, deforme ederek yeni bir form verdiren dürtü, o günden, yani avcılık toplayıcılıktan bu yana içimizde harlanan dürtü olageldi.
O dürtünün es(e/i)riyiz.
“Yemek ihtiyaç, tadını çıkarmak sanattır” der Fransız yazar François de La Rochefoucauld. Sanatın kendisi de ihtiyaçtır aslında ve burada tadını çıkarmak değil icra ön plana çıkar. Sanatın icrası sanattır. İcra edilen her ne ise, biraz önce Tolstoy’dan yaptığımız alıntı üzre, sanatçının yaratım mekanizmalarından geçtikten sonra karşımıza yapıt olarak çıkar. Bu bazen yaşadığımız, bazen yaşamak istediğimiz bazen de yaşadığımızı düşündüğümüz şeydir. Her durumda sanat insana yaşam sevinci aşılama gayesindedir. Kimileri sanat için insanın ve doğasının yüceltilmesi der. Kimi Dostoyevski’ye sığınıp insanın sonsuz bir cehennem olduğunu, kimi Steinbeck’e gönderme yapıp onun tepeden tırnağa mücadele olduğunu, kimi Nazım Hikmet’i referans alıp hayatın ümit, sevda ve kavgadan mürekkep olduğunu söyler. Bütün bunların ortak noktası insandır. Sanat yapan hayvan, yani insan, yine yaptığı sanatla döner kendini inşaa eder. Sanat biraz da Michelangelo’nun Davut heykeli misali insanın durmadan kendi heykelini mükemmelleştirme çabasıdır.
Peki o çaba bugüne kadar ne işe yaramıştır?
Daha demin iki dünya savaşı yapmış milyonlarca insanın ve canlının ölümüne sebep olmuş olan yine o insan değil midir? Evet odur. Hatta günümüzün atlasında parmak gezdirip üç parmaktan sonra bir savaş alanına denk gelmemize sebep olan insan da yine o insandır. Belki de bunu sanat olmadan buraya kadar bile gelemezdik diyerek yorumlamak zorunda kalacağız. Öyle ya, mağara duvarlarına resimler çizip, Gılgameş’in destanını kil tablete geçirdikten bu yana binlerce yıl geçti ve biz hayattayız; şehirlerdeyiz, binlercemiz, milyonlarcamız iç içe yaşıyor ve belli kurallara, bedensel ve maddi sınırlara riayet ediyoruz. Herhalde bunda sanatın rolünü yadsımayacağız. Sanat olmadan bugüne gelip gelemeyeceğimiz bir yana, şu andan itibaren bile sanat olmadan koca koca şehirlerde, bin yıl evvelin sonsuz çayırlıklarında yaşıyor gibi ferah bir gökyüzü yaşamamız mümkün olmazdı.
Sanatçı, pek açık söylenmese de, sanırım ilkin kendi için üretir ve ürettiği, üretebildiği için de hayatta kalır. Sait Faik, “Yazmasaydım çıldırırdım” demiş. Buradaki hayatta kalış pek tabii bir ölüm kalım savaşı betimlemez. Bizatihi hayatın kendisinde, içinde, izleğinde kalmayı tasvir eder. Sanatçının huzursuzluğu denen şeydir bu çaba. Huzursuzluk doğum sancısıdır. Ve sanat, insanın doğurmadan üreyebildiği yegane faaliyettir. Hani Paul Eluard, “İnsanlarda tek sıcak kanun, öpücüklerden insan yapmalarıdır.” der ya, işte sanatın da tek sıcak kanunu budur: İnsan yapmak.
Nefes almak…
Balzac, “Nerden başlarsanız başlayın her şey bağlıdır birbirine, iç içe geçmiştir. Neden etkiyi sezinlememizi, etki de nedeni izlememizi sağlar.(2)” der. Peki biz her şeyin birbirine bağlandığını biliyor olsak bile, günümüz kalabalığında ve hızlı yaşamında bunu günlük hayatımızda fark edebiliyor muyuz? Pek emin değilim. Hızlı yaşadığımız, hızlı tükettiğimiz ve hızlı tükendiğimiz bir dünyada kim bize derin bir nefes aldıracak? Kim veya ne bizi sonsuz ufuklara baktırıp miyop olmuş gözlerimize ve hatta miyop olmuş düş ve düşüncelerimize ince ayar verebilecek? Milyonlarcamız her sabah mesaiye gidip yine aynı yollardan evlerimize dönüyoruz. Kendimizi hayatın rutinine bıraktığımızda ne altında yaşadığımız göğün mavisini ne de içinden geçip gittiğimiz sokakların dilini anlayabiliriz. Belki de hepimiz yaşadığımız hayata bir şükran olarak onu sakin bir kafayla kendimize anlatmak zorundayız. Sanat en nihayetinde bunu yapar işte.
Sanat hayata duyulan şükranın ifadesidir.
Sanat, durmamızı, derin bir nefes almamızı, güneşin ışıdığını, ayın göğümüzde parladığını, suyun çağladığını bize hissettirir. Dünyanın telaşını sırtında taşıyan bir karıncanın ayak seslerini nasıl duyarız? Duyabilir miyiz? Durmadan toprağı eşen bir köstebeğin sandığımızın tersine sonsuz ve aydınlık dünyasını nasıl algılayabiliriz? Yüzlerce metre üstümüzden uçan bir turna kuşunun kanatları altında akan havanın serinliğini yüzümüzde nasıl duyarız? Duyabilir miyiz? Evet. Hatta göçer bir kuşun kanatlarına kamera takıp bir kıtadan başka bir kıtaya da gidebiliriz. Fakat bu olanak olmadan da insanlar bu soruların hepsine evet yanıtı vermişlerdir. Halk şarkılarına bakın. Dünyanın bütün sesleri, bütün renkleri, canlı cansız her nesnenin yaşama, var olma gayesi vardır orada. Sanat insanının bilimsel teknoloji ile icatlar yapmadan önce görünmeyeni görebilmek için elindeki tek olanaktı. Ve bugün bu olanak gelişmiş teknolojiye rağmen atıl kalmış değildir. İçinde yaşadığımız şehirlere sanat sayesinde yerleşiriz. Birlikte hayat paylaştığımız insanlarla sanatın var etme gücü sayesinde iyiye, güzele doğru ortak bir mücadele paydası oluştururuz. Ve yine sanatın tedavi gücü sayesindedir ki, kanlı tarihlerin bedenlerimizde açtığı ağır yaraları pansuman ederiz. Pospelov’un dediği gibi, “Öteki biçimler gibi ve özellikle de bilim gibi sanat da gerçekliğin bilinmesine yardımcı olur.(3)”
Sanat, galiba, gerçekliğin katibidir; katipse sanatçı…
Yaşadığım;
Hayatımda iki Zürih var. Biri 23 yaşında geldiğim, içinde günlük hayatımı ifa ettiğim, diğeri ise Su Duydum romanıyla yeniden kurduğum ve kurmacamla birlikte içinde yaşadığım Zürih. Limmat’a her bakışımda Feride’nin gözlerini hatırlarım. Bürkliplatz limanına yanaşmış her gemi bana Laz İsmail’i hatırlatır. Ferdi vardır her müzik dükkanının içinde. Helvetiaplatz’da İkinci el pazarında her plak Zeki Müren plaklarına benzer biraz da. Ve yazar olarak ben, kimi vakit kurmacadan gerçeğe, kimi vakit gerçekten kurmacaya kaçarım. Bu haliyle sanki Zürih çok daha yaşanılası bir şehirdir. Kimi vakit Su Duydum’un sayfalarından alınıp Lindenplatz’a bırakılmış hissederim kendimi. Yıldız hemşirenin hikayesini dinlerim Feride’den. Feride, Yıldız hemşireyi bir Füruğ şiiri gibi anlatır. Gözü Limmat’ta, başı yıldızlarda, Nazım nasıl bakarsa İstanbul’a öyle bakar hayata. Kıskanırım kimi zaman; Feride’yi Füruğ’dan, Füruğ’u Nazım’dan; bir parçam Ferdi midir diye çok yoklarım kendimi; değil. Bir parçam Zürih midir diye sorgularım bedenimi. Neresine benziyorum bu şehrin? Kollarım, gövdem, ayaklarım; Niederdorf’ta daracık bir Gasse olsam derim. Tarih koksam, arnavut kaldırımlarda yaşanmış onca hayatın izi olsam. Değil mi ki ETH terasından Uetliberg’e el uzatsam Utokulm’a değecekmiş kadar deccal kollu sanırım kendimi fakat şehir sakinleştirir beni. Usul usul yağan bir orta Avrupa yağmuru gibi inerim Seilergraben boyunca. Dur der, Feride, dur ve etrafına bak. “Yaşamak güzel şey be kardeşim” değil mi? Ses Nazım’ın fakat Feride’nin ağzından çıkar. İşte böyle böyle anlarım ki yazmadığın şehir senin değildir. Demin de dedim tekrarlayayım:
Sanat hayata duyulan şükranın ifadesidir.
Ve “Ekmek yedim, su içtim ben nasıl yadsıyayım” diyen Hasan Hüseyin dizesi alır beni Hititçe’nin dilimize çevrilmiş ilk cümlesine götürür: “Şimdi ekmek yiyeceksin, su içeceksin.”
Yaşayacaksın.
Yaşamayı bir görev bileceksin.
Velhasıl;
Dünden bugüne değişen bir şey yok, dün kil tabletlere, bugünse bilgisayar ekranlarına işaretler bırakıyoruz; hayatın işaretlerini…
Hasan Sever
Zürih, 7 Eylül 2021
Not 1: Bu yazı ilk olarak 28 Eylül 2021 tarihinde literaedebiyat‘ta yayınlanmıştır.
Not 2: Alıntılar Cengiz Gündoğdu’nun Estetik Kalkışma, İnsancıl Yayınları, İstanbul, Eylül 2012 kitabından.