Mam Hasan

Mam Hasan Mam Hasan (Hasan Sever) - Elbistan, 01.07.1934 - Ankara, 3 Mayıs 2010

(On)Bir yıl oldu!

Koca bir yıl geçti Mam Hasan! Seni güneşin gölgesinde, seni ayın karanlığında, seni yağmurun kuruluğunda toprağın üstüne bırakalı, koca bir yıl geçti.

Nasılsın? İyi misin?

Söylediler… Cümbür cemaat alıp götürmüşler seni. “Bir cenazesi oldu” dediler, “yedi evvel, yedi ziyade; kırk millet, kurt, kuş, börtü böcek toplandı.”

Seni toprağın üstüne bırakmışlar… “Altına” dedim “bir kalın minder vereydiniz. Minderin ucuna tabaka, tabakanın içinde en sarısından Adıyaman Tütünü.” Biliyorum bütün bunlar beyhude. Zaman kendine alıyor cümle hayatları ve biz, o zamanı alnımızda yazgı, koltuğumuzda tasa, tasamızda yas(a) gibi taşıyoruz. Giden gitmiş. kalan kalmış; neylersin!

“Bahar gelmiş Nurhak Dağı otlanmış
Bizim elde bayram günü kutlanmış
Obalar dağılmış dostlar yadlanmış
Eyvah ayrılığın yaresi bir hoş”

Hatırladın mı? Mahzuni böyle söylüyor. O Nurhaklar ki kepenk sermediğin taşı, kovuğunda su içmediğin kayası kalmamıştı. O Nurhaklar ki Mam Hasan, Elbistan Ovası’ını etrafına  çekilmiş kuşak gibi duruyorlar orada. Orada ne kuzu kulağı, ne çoban döşeği, ne karanfil kökü.

Karanfil kökü getirirdin hatırlıyor musun? Herkesin harcı değil onu bulmak. Dağı, taşı, kovuğu iyi bilmek gerek; kekliğin otağını, tavşanın ayağını; ak taşın üstünde ak güvercinin izini sürebilmek gerek. Ne kaldı? Bilmiyorum.

Seni yatırmışlar soğuk toprağın üstüne; öyle dediler. Ne altında tüylü bir Maraş halısı ne omuzlarında çalımlanıp giydiğin karasından bir sako ne de alt ucunu altına alıp üstünde bağdaş kurduğun Elbistan işi çoban keçesi. Hal budur Mam Hasan, hal budur! Geldin çıplak, gittin çıplak. Gayrısı zaten yakışmaz insana. Ne getirdin ki ne götüresin! Fakat bir isimdir arkanda kalan. Hangi harflerle yazılır adın? Bu deği midir bütün mesele? Meselende bir misalım şimdi.

Oturmuş film yazıyorum. Film yazılır mı Mam Hasan? Filmi, Kurtkulak Dağı’nı perde yapıp, Yoğunsöğüt çukurundan seyretmek varken niye yazarım? Bilmiyorum. Işığım bu kadarına yetiyor zahir.

Şimdi seni anarken şu serin Zürih baharında, göğümden ay süzülüyor ya hiç tadı yok. Yıldızlara cümle salsam görür müsün? Ve bilmediğin alfabeyle okuyabilir misin beni? Peki sen? Bir bulut üflesen yağmuru düşer mi klavyeme? Bilmiyorum…

Elbistan’ın, Ankara’nın ve dahi Kırıkkale, Kırşehir, Mucur, Kayseri, Pınarbaşı ve Malatya yol çatının ve yekten yol olmuş özlemlerimin şeritsizliğinde, bozkırın kenger dikeni eziyetinde herhangi bir vasıta oluyorum. Seni taşıyorum durmadan; kova kova, damla damla, deli divane. Orta yerde bir semah dönüyor Mam Hasan; görüyor musun? Tek ayak üzerinde Temir Ağa, habire toprağı topukluyor; toz duman, ferman ferman.

Kurumuş dere yatağıyım
Ne kuşlar uğrar semtime
Ne tilkiler dil uzatır serinliğime
Bir başımayım
Bin yaşımda

Adetimizdi, unutmadım. Masada, kapak şeridi kırılmamış bir uzak diyar içkisi. Açacağım… Bir kapağı sana, bir kapağı bana. Geriye kalanı ortaya bırakacağım. “Kim içer?” deme! Yokluğunda varlığım; varlığımda yokluğun serhoşa mail.

Şimdi, kapatıp cümleleri, şişeyi açıyorum. Bundan sonra kaydı içime düşeceğim…

Toprağa emanet ol.

Ellerinden öpüyorum.


Yeğenin Hasan Sever
Zürih, 15 Nisan 2011