Bölüm 6
Bir araba teybiydi. Höparlörleri hatırlamıyorum. Al başa, sar başa çalıyorduk. Kaset O’nundu. Banda kaset dendiğini ilk O’ndan duydum. Gülümseyerek bana bakardı. “Büyüyünce ne olacaktım? Hangi takımı tutuyordum? Okulda güzel kızlar var mıydı?” Geç vakitler tugaya ulaşmış askeri şifreleri Ağabeyim’e getirdiği zamanlar, şifre çözülene kadar kapı önünde, askeri cipte beklerdi. Çay ve börek yollardı annem. Alışık bir durum değil. Er dediğin acıkmaz, üşümez, kale alınmazdı. Annem alırdı. O kaset uzun bir süre bizde kaldı. Kayalıktaki kuş, kanadındaki gümüş; oturup derdini anlatış; Mısır’a gitmiş Leyla’ya yakarış; dönmeyen Gurbet Treni’ne sesleniş… Hepsini öğrendim.
Kasetteki ses Mardin’in az ötesinden Urfa’danmış; tanımıyordum. Çığlık çığlığa, keman yayı kadar sert, keman sesi kadar içliydi. Sonra büyüdü o. Sesin şemsiye gibi kullanıldığını onda gördük; hem de ters. Su topladı şemsiyesiyle. Toprağa ilaç bir kaç damlayı da o götürdü. Götürdü şemsiyeyi Boğaz sularına kapattı.
Mardin Kızıltepe yolu, Mardin’i indikten sonra, sola uzun bir kavis çiziyordu. Yolun sağ tarafı, hatırımda kaldığı kadarıyla uçurumdu. İşte o uçuruma yuvarlanmış askeri cipin içinde yalnızmış. Yine bir deşifre sonrası, direksiyonda son uykusuna yatmışmış.
İstanbullu çocuk ölmüştü.
Ağabeyim kaç zaman, iş dönüşü, mevsimden azad, üstündekilerle somyaya uzanır; bağrını açıp gözlerini tavana dikerdi. İnsan teni ve asker kaputunu, gözlerimi kapatsam, bugün dahi sahada üniforma gibi görürüm.
Şairden bu yana biliyoruz, bütün ölümler vakitsiz; fakat o vakit nasıl varmıştı İstanbul’a? Hep düşündüm. İstanbul’un neresindendi acaba? Kimi zaman görüntü arşivimi yoklayıp, onda bir deniz arıyorum. Deniz, Mardin’e gelene kadar Anadolu bozkırında kayboluyor. Hem sonra Mardin susuz; Mardin bahar yağmurlarında bağ kuyusunda dehliz.